En sevdiğimiz sinema dergisi Altyazı’dan tanıdığımız, takip ettiğimiz; Gezici Festival’in de müdavimlerinden Fırat Yücel, sağolsun birkaç sorumuzu yanıtladı. Buyrun.
Kaç senedir Gezici Festival’e katılıyorsunuz?
Kaç sene oldu bilmiyorum ama lisedeyken İzmir’de tanıştım festivalle. Sonrasında da yıllar boyu, şehir şehir peşine takıldım.
Gezici Festival’i özel kılan sizce nedir?
Tabii ki gezen bir festival olması, bir kumpanya gibi. “Şehre festival geldi” duygusunu yaratması. Teknolojik olanaklar geliştikçe sinemanın daha yerleşik bir sanat haline gelmesi aslında oldukça komik bir şey. Filmler bugün daha kolay taşınabiliyor, ama ancak alışveriş merkezlerinde, alım gücü yüksek kesimlerin biriktiği kentsel alanlarda izlenebiliyorlar. Daha çok sinema salonu var bugün, ama bu salonlar orta ve üst orta sınıfların hizmetinde. Birçok kentte sadece birkaç büyük bütçeli ticari komedi filmine ulaşma imkanı var izleyicinin, vizyonları bununla sınırlı. 1950-1980 arasıyla kıyasladığımızda, sinemaya erişim konusundaki sınıfsal dengesizlik çok daha büyük.
Gezici Festival tabii ki bu derde tek başına şifa değil, ama en azından kısa bir süre için büyük şehirlerin belli bölümlerine yaşayanların imkanlara sahip olmayan insanların farklı filmlere temas etmesine, farklı hikayelerle tanışmalarına olanak sağlıyor. Ayrıca gezici festival fikri, daha sonradan !f İstanbul, Filmekimi, Hangi İnsan Hakları? Film Festivali gibi daha birçok festivale ilham kaynağı oldu. Bir de şunu söylemek lazım: Gezici Festival, gittiği kentlerdeki belediyelerden yer yer destek alsa da, hiçbir zaman belediye güdümlü bir festival olmadı. Bu önemli bir şey: ‘Gezici’ olma hali başka sorunlar getiriyor belki ama, sanatsal-politik tercihlerin ve yönetimin yerleşikleşmesinin belli oranda önüne geçiyor.
Gezici Festival’le gittiğiniz şehirlerdeki seyirciye dair gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz?
Hepsini ayrı ayrı düşünmek gerek, klişe laflar etmek de istemem. Ama benim tanık olduğum kadarıyla, yani İzmir, Bursa, Kars, Artvin ve Sinop’ta seyircinin filmlere yönelik ilgisi oldukça büyüktü. Bir de genel olarak şunu söyleyebilirim, çoğu şehirde insanlar sadece ‘izlemek’ için değil sinema pratiğini, film çekmeyi öğrenmek için katılıyor Gezici gibi festivallere. Özellikle üniversite olan şehirlerde bu net olarak gözlemleyebiliyoruz. Kültür üretimin bir parçası olmaya, kendi sözünü üretmeye yönelik bir ilgi var şehirlerde. Kars ve Artvin’de bu yönde atölyeler yapılmıştı, biz de sinema yazarlığı üzerine konuşmuştuk ve katılımcıların heyecanı çok ilham vericiydi.
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal iklimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu iklimin sinemaya etkileri nasıl olacaktır?
Devlet destekleri, Mussolini tarzı diyebileceğimiz bir kontrol mekanizmasını beraberinde getiriyor gibi görünmekte. Yani, tarihle ve ahlakla ilgili belli tezleri dile getiren filmler ödüllendirilirken, farklı bakışlara sahip filmler yavaş yavaş çerçevenin dışına itiliyor ya da sinemacılar para yardımı alabilmek için bilhassa ya da bilinçsizce kendilerini sınırlandırıyor. Çok tehlikeli bir şey bu, çünkü bugün devlet kendi ideolojik bakışını ‘doğal’ addederken, kendi tezlerine ters sanatsal bakışları ‘ideolojik’ olmakla suçluyor (!). “Konuya ideolojik bakıyorsunuz”, “sizin amacınız siyaset yapmak” vs. gibi laflarla çok sık karşılaşmaya başladık ve bu devlet güdümlü ideolojik söylem kültür hayatını giderek daha fazla işgal etmeye başladı. “Muhalif olan siyasi, muhalif olmayan insani” gibi bir denklem oluşmaya başladı ve bu ciddi bir tehlike, çünkü tam aksine muhalif olan insanidir, muhalif olmayan kurumsaldır.
Sinemanın, AVM kültürünün bir parçasına dönüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu dönüşüm filmlerin kimyasına da sirayet ediyor mu? Ya da edecek mi?
Sirayet etmekten öte ne tür filmler çekileceğini büyük oranda tekelleşen dağıtım kanalları belirliyor. Bundan on yıl önce, “çok salon demek çok çeşit demek değildir” dediğimizde yine “istemezükçü” ilan edilmiştik. Ama ne oldu, salonlar bölündü, giderek arttı, müstakil sinemalar da AVM’lerdeki çok salonlu, çok tercihli (!) yapıya uyum sağlamak zorunda kaldı ve giderek tercihler azaldı! Bugün devasa bütçeye sahip, devasa reklam potansiyeline sahip tek bir film yüzlerce salonda vizyona girerken, bağımsız filmler giderek devre dışı bırakılıyor. Dağıtım sistemi o kadar holdinglere ve büyük dağıtımcılara bağlı hale geldi ki, bu dağıtımcılar dünyanın hiçbir yerinde sinemalarda gösterilmeyen, TV için çekilmiş filmleri, sırf elimde kalmasın, daha fazla kazanayım diyerek Türkiye’deki pazara sokuyorlar. Sonuçta gelinen durum ortada.
Eleştirmenliği nasıl tanımlarsınız?
Film eleştirmenliği, estetik yargıçlık değildir bana göre, hangi film iyi hangisi kötü, bunu belirlemek değildir. Bu tür bir bakış eleştirel düşünceyi öldürür, eleştirmenliği sektörün bir dişlisine dönüştürür. Eleştiri, sinema üzerine düşünce üretmektir, filmlerin dünyaya nasıl baktıklarını, hangi açılardan baktıklarını deşifre etmektir, bu bakışın politikasını, ahlakını, biçimsel unsurlarını sorgulamaktır.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.