Fish Tank: Hapsolmanın Farkındalığı


“Hepimiz ipten ipe sıçramaya çalışan akrobatlarız şu hayatımızda. Yegâne amacı tutunmak olan akrobatlar. Durmadan tutunan ve düşmekten ölesiye korkan akrobatlar. Kimimizin ipleri kolayca atlanılabilen türden; kimimizinkiyse tam tersine cidden yetenek gerektiren bir türden üretilmiş. Oysa hepimiz birbirimizin iplerini aynıymışçasına ele alma çabasındayız. Zira hiçbirimiz dünyada eşit olmadığımız gerçeğini kabullenebilecek kadar farkındalık sergilemekten yana değil. Zorlukları bir ajitasyon aracı olarak kullananlar bir yana kolay bir hayat sürenlerin de “Herkes eşit olamaz ya!” cümleleri çınlıyor kulağımın içinde.”

Mia bir balık. Suda yüzerken avlanan ve boğazına bir odun parçası sokularak öldürülen bir balık. Hayatla ilgili yüzmenin enginliğinde ölen bir balık Mia.

Mia da bir akrobat. O da hayata tutunma çabasında. Ailesiyle ve çevresiyle sorunları olan bir figür. Kendini koruyabildiği tek mekan güvende hissettiği “akvaryum”u. Orada dans ederken bir nebze de olsa kendini bütün bu meselelerden sıyrılmış gibi hissediyor. Dans onun için bir kendini ifade etme biçimi. Hayata tutunma şekli.

Joanna bir at. Beyaz bir at. Demir tellerin arasına kıstırılmış bir at. Özgürlük arayışında olmayan yaşlı bir at. Vazgeçmiş bir at. Etrafı erkeklerle kaplı bir at.

Joanne’se bir başka figür. Mia’nın annesi. Şüphesiz ki o daha çok görmüş geçirmiş. Hayatla ilgili umudunu yitirmiş ve her şeyi oluruna bırakmış bir kadın. Tutunma çabasının boşunalığını bilerek ellerini çekmiş iplerden. Bütün bu düzende o da payına düşenin sadece bu kadarı olduğunu çok iyi biliyor. Bu sebeple her yıkılışında ne olgunlaşıyor ne de başka bir deneyim yaşıyor.

Tyler bir köpek. Evde duran sadık bir köpek. Risk almayan uslu bir köpek. Sahibini bekleyen ve evinden kaçmayan ama kaçmayacağı anlamına gelmeyen bir köpek.

Tyler evin küçük kızı. İplere bırakılmamış henüz. Evde oturup arkadaşlarıyla sigara içerken televizyon izliyor sıklıkla. Şüphesiz ki hayatla ilgili çözmesi gereken tek şey evin içindeki rolünün dengesini tutturmak. Bu sebeple o da evin içinde yer yer hırçınlaşarak yer yer sessizlikten yana tercihini kullanarak tutunuyor evinin içindeki ilişkilere.

Hepimiz bütün farklılıklarıyla küçük hayvanlarız. Hepimiz tutunmanın yollarını arayan akrobatik hayvanlarız şu düzende. Bunları bize hatırlatansa bir film. Etkisinden kolay kolay çıkılamayacak bir film hem de.

Üç kuşaktan üç kadının öyküsü bu. Üç kuşakla ilgili en keskin olan şeyse bu üç kadının da sırayla birbirlerine dönüşeceği gerçeği. Arnold’ın da göstermeye çalıştığı şey de biraz bu belki. Çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki bu üç kadın da zamanla düzendeki rolleri üzerinden aynı hayatlara ve deneyimlere maruz kalacaklar. Üç farklı kadın ve üç aynı hikaye.

Keira hepsinden küçük. Scooter’ıyla gezen bir çocuk. Üzerinde peri masalından fırlamışçasına seçilmiş giysiler. Leona Lewis’in bir şarkısını söylediği bir video kaydı da var. Henüz hiçbir şey bilmiyor ama zamanla öğrenecek şüphesiz ki. Çünkü öğrenmek istenilerek gerçekleştirilmesi gereken bir eylem değil bu kadınların hayatında. Onlar için hayatları onlara bir şeyleri zorla öğretiyor. Kabul etmeleri veya kabul etmemeleriyse onların tercihleri dahilinde gerçekleşmiyor buralarda.

Connor öykünün en önemli erkek figürü. Joanna’in sevgilisi. İrlandalı bir adam. Orta sınıf bir erkek. Hayata tutunması görece daha kolay olan bir durumda. Connor ev-içi ilişkilere dahil olduğu andan itibaren evin bütün kadınları silkiniyor. Hepsi Connor’a tutunma çabasına giriyor. Çünkü Connor bir erkek olarak onların hayata tutunmalarını fazlasıyla kolaylaştırabilecek bir figür. Mia cebinden para çalıyor ve sürekli para istiyor. Tyler kapıdan geçmesi için para vermesi gerektiğini söylüyor. Oysa Joanna için Connor tutunmakta vazgeçtiği hayata yeniden tutunabilmesi için bir yol sunuyor. Bu sebeple Mia’nın Connor’a yaklaşmaya çalıştığı her saniyede fazlasıyla geriliyor ve hiçbir kadının ona yakın olmasını istemiyor. Connor bir erkek olarak ona bir bütünlenme ya da bir rol olarak sunuyor kendini. Evde vermiş olduğu partide Connor sayesinde kendini birine “ait” hissediyor ve bu duygu ona bir nebze de olsa hayata tutunabilme olanağının kapılarını açıyor. Bu sebeple Connor, Joanna için hayatındaki bu tutunamama halinden bir kurtuluş yolu gibi geliyor.

fish tank

Mia on-beş yaşında. Cinselliğini yeni yeni keşfediyor. Bu anlamda cinselliğini paylaşacağı ya da keşfedebileceği bir kişi arıyor kendine. Bir sabah mutfakta dans ederken karşısına çıkıyor Connor. Oldukça yakışıklı ve çekici olmasının yanı sıra ona karşı da oldukça iyi davranan bir erkek. Bütün bunlar birleştiğinde Mia da Connor’a arzuluyor. Annesinin sevgilisi olması Mia için çok da fazla bir problem yaratmıyor çünkü Mia’nın annesiyle arasındaki bağ ne değerli ne de önemli. İkisi de birbirine saygı duymuyor ve kesinlikle birbirlerine sadakat ve dürüstlük göstermek gibi bir çabaya girmiyor. Dansın yerine cinselliğini keşfetmeye tutunan Mia zamanla anlıyor ki bir erkeğe tutunmak onun için bir çözüme ulaşmıyor çünkü dansta daha farklı bir tutkunun peşinden koşuyor. Daha derin, daha “kendi” olmakla alakalı bir şey.

Dansın Mia’ya ifade ettiği şey belki de filmin en derin öğesi. Çevresindeki insanlar için dansın taşıdığı mana Mia için ifade ettiğinden çok daha farklı şüphesiz. Diğer insanlar dansı kendi popülaritelerini arttırmak kullanırlarken; Mia için dans hayatın onu hapsetmiş olduğu bu sıkışmışlıktan kurtulabilmenin yegâne yolu. Bu sayede bir süreliğine de olsa hayatın onun için çizmiş olduğu sınırların dışına çıkabiliyor hatta “kendi” olma halini aşıyor yer yer.

Aşmak da önemli bir mesele aslında. Hayatın size diretmiş olduğu kimliği “ben” etiketiyle üstümüzde taşımayı kabullendiğimiz andan itibaren, bunun dışına çıkmanın “olabilirliği” ancak aşmak diye adlandırdığımız eylem yoluyla oluyor. Filmde Mia’nın arafı da hem toplumsal konumunun hem de dans eden kimliğinin çatışmasında yer buluyor kendine. “Hangi ben gerçek “ben”im?” sorusu Mia’nın en köklü çelişkisi aslında. Çünkü o hem bir alt-sınıf kadın hem de dans eden bir genç ve bu iki kimliğin de ondan beklentileri farklı yönlerde. İki kimlikten ilk bahsettiğimi başarmak adına Connor’a tutunmaya çalışıyor ve başarısız oluyor. İkinci kimliği adına katıldığı yarışmanın da ondan beklediği şeyin “bedensel et” olduğu gerçeğini de görünce; iki kimliğin de “olabilirliği” rafa kalkıyor (belki de?).

“Peki ya final?” sorusu da canlanıyor kafamızda şüphesiz. İşte burada da mitlere değin giden bir geleneğin izlerini sürebiliyoruz: Yolda olma hali. Odysseus’tan beridir peşinde koşmaktan vazgeçemediğimiz bir şeydir bizim için yolda olma hali. Hep bir umudu taşır beraberinde. Değişimin yarattığı güçle umut kırbaçlanır yolda olma halinde. Hele de Mia’nın öyküsünde en lüzumlu şey de budur belki de. Çünkü insan ancak değişerek çıkabilir arafından. Bazense bu mümkün olmayan bir olasılık da olabilir bizim için. Çünkü kimimizin arafı çıkılamaz bir biçimde sarmallarla dolu olabilir. Ama Mia’nın öyküsünde böyle bir durum söz konusu değil. Çünkü Arnold bu öyküde değişimin umut vaat eden yanıyla hep göz kırpıyor bize.

Bu acımasız öyküde Arnold bize umudun kapılarını da aralıyor dikkatle bakarsanız. Zira filmde Mia “dansçı” kimliğini toplumsal bağlamda (henüz?) uzlaştıramasa da bunu hala kendini ifade etme aracı olarak kullanmaktan yana bir kayıp yaşamıyor. Diğer taraftan “alt sınıf kadın” kimliğinde yaşamını ciddi anlamda sekteye uğratan Connor’a rağmen onun gibi alt sınıfa ait olan Billy var elinde Mia’nın. Aralarındaki ilişkiyse sahip olan-sahip olunan gibi bir bağlama da sahip değil filmin içinde. Daha ziyade hem aynı sınıftan olmaları hem de aynı kuşağın parçaları olmaları aralarındaki ilişkiyi karşılıklı bir hayata tutunma çabasına dönüştürüyor. Bütüne bu şekilde bakıldığında Arnold’ın filmi tam bir ikilikler şöleni aslında. Bütün olasılıklar içinde öykü hep yeniden şekillendiriyor kendini ve bizi bir anlığına da olsa kendi akvaryumumuza dönüp bakmamıza teşvik ediyor.

Akvaryumumuzun içinde durmaksızın çırpınıyoruz hepimiz. Görebildiklerimizin ve görebileceklerimizin hudutları belirlenmiş ama balıkların aksine; biz hem akvaryumumuzu hem de onun hudutlarını kendi ellerimizle yarattık. Şimdi onun içinde çırpınırken ve sürekli camdan sınırlarına toslayıp dururken soruyoruz kendimize: Buna gerçekten mahkum muyum?


Leave a Reply