Frantz: Kaybolan umudun peşinde anlamlandırılamayan buruk bir tat.
Fransız ve Dünya sinemasının hatırı sayılır yönetmenlerinden François Ozon yaptığı her filmle izleyicinin ilgisini çekmeyi başarıyor. İlk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan Frantz, izleyicileri ikiye bölen yorumlarla karşılaşmıştı. Kimileri filmi büyüleyici olarak nitelendirirken, bazı kişiler de bayık bir dönem filmi olarak nitelendirmişlerdi. Yönetmen Ozon olduğu takdirde bir filmi izlemeden değerlendirmek olmaz. Özellikle siyah beyaz bir dönem filmi çekiyorsa.
Filmin konusunu kısaca özetleyelim. Anna (Paula Beer) nişanlısını savaşta kaybetmiş genç bir kadındır. Şehre gelen yabancı bir Fransız dikkatini çeker. Çok geçmeden Adrien (Pierre Niney) adlı bu Fransız gencin sırrı ortaya çıkacaktır. Anna’nın ölen nişanlısının ailesi, başta bir Fransızı eve almakta zorluk yaşasa da, ölen oğullarının arkadaşı olarak kabul ettikleri bu genç adamın ziyaretlerine bir türlü izin verirler. Ancak açıklanmayan gerçekler ve duygular işin rengini fena halde değiştirecektir.
Hüzünlü ve dokunaklı bir dönem filmi.
İlk aşamada filmin güzelliklerinden bahsetmeden önce defolarına odaklanalım. Her filmde olduğu gibi bu filmde de az da olsa hatalar mevcut diyebiliriz. Filmin çift taraflı bakmaya çalışırken, bir nevi tekrara düşmesi kurgunun süresinin uzamasına neden olmuş. Bunun yanı sıra burun kıvıran kitlenin en büyük derdi filmin konusunun yaratıcılıktan uzak bulunarak tahmin edilebilir olduğu düşüncesi diyebiliriz. Hikaye bakımından son derece ters köşelere müsait bir malzeme, güvenli yoldan gidilerek maceracı bir yol seçmemiş. Bunun neticesinde de dönem filmlerinde alıştığımız naiflikte bir hikaye ortaya çıkmış. Filmin ağır tonu, sabırsız izleyiciler için dayanılmaz gelebilir. Ancak filmin akıcılığına kendinizi kaptırdığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığınız bir filmle karşılaşıyorsunuz.
Her ne kadar bilindik bir hikayeyle yola çıkılsa da, her noktasında zengin bir içeriğin senaryoda boşluklara yer vermeden ilerlediğini söylemek mümkün diyebiliriz. Film siyah beyaz tasarlansa da ana karakterlerin mutlu olduğu zamanlarda filmin renklenmesi filmi sinema olarak zenginleştirmiş. Fransa – Almanya ortak yapımı olan film her iki ülkenin dilini de filme yayarak dengeyi tutturmuş. Hikayeye derinlik kazandıran en önemli noktalardan biri de, olayın tek boyutlu bırakılmaması diyebiliriz. Filmin çoğunluğunda mekan olarak yer alan Almanya, filmin üçte birlik kısmında mekan olarak kullanılan Fransa ile hikayenin farklı bakış açılarıyla ele alınması sağlanmış.
Yükselen yıldız Paula Beer.
Ana karakterin hüzünlü hali, insanların yüreğini burkarken, filmin sabırlı anlatımı adeta olgunlaşmış bir sinemanın kanıtı gibi yorumlanabilir. Özellikle resim tabloları ve klasik müzikle ilişkilendirilen son derece entelektüel bir filmle baş başa kaldığımızı söylersek yalan olmaz. Yerli yerinde performansların filmi sürüklediğini düşünürsek, başrol oyuncusu Paula Beer’in yıldız gibi filmde parladığını söylemek mümkün. Ozon’un yüzünü mükemmel kullanması sayesinde güzelliği tüm hatlarıyla gösterilen Paula Beer’in yönetmenine minnettar olması gerekiyor. Çünkü bu filmden sonra ona farklı kapılar açılabilir. Oyuncu gelecek projelerinde iyi seçimler yaptığı takdirde Hollywood’un aradığı yüz olabilir.
Sonuç olarak bir dönem filmi çekilecekse böyle çekilsin denilebilecek estetikte bir film ortaya çıkıyor. Yönetmen Ozon, duygu yüklü bir hikaye çatısının altında izleyiciye takır takır işleyen bir seyir keyfi sunuyor. Siyah beyaz olarak kataloglarda film yer alsa da Ozon sinema mucizesine yer yer renk katarak keyfi katlamayı kendine bir görev edinmiş. Film katman katman sabırlı bir şekilde ilerleyen kurgusunda, olgunlaşmış bir sinemanın nimetlerini sunuyor.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.