“Bana bu filmi getirip üstüne bir de para mı istiyorsunuz? Elinizi cebime daldırıp beni soysanız daha iyi. Bu film hiç ticari değil. İçindeki herkes ölüyor!” [Adolph Zukor’un, eline tutuşturulan Broken Blossoms (1936) senaryosu hakkındaki görüşü]
Son derece masumane bir tepki. “Yaz, mavi donunu kendi getirecek.” diyen Erşan Kuneri kadar pragmatist. Bir yapımcı, o günkü şartlara göre hangi türün ‘çalışacağını’, neyin kendisini zarara uğratacağını kafasında tartıyor. Zaten kısıtlı olan bütçesini doğru filme kullanmak için çabalıyor.
Sinemanın dönem dönem belirli türlere, formatlara meyletmesi yıllardır süregelen bir durum. Zukor’un sözünü aklıma getiren şey ise, son zamanlarda sayısı ve popülaritesi hızla artan ‘gerçek hikâye’ filmleri… Özellikle Hollywood, “hakikat”e maden bulmuşçasına sarıldı! “Gerçek Bir Hikâyeden Uyarlanmıştır”, “Gerçek Olaydan Esinlenmiştir”, “Gerçek Bir Öykü”, “Bir …’nın Gerçek Hikâyesi”… Filmlerde perde sürekli bu uyarıyla açılıyor.
‘Gerçek hikâye’nin yükselişte olduğu, yadsınamaz bir gerçek! Vizyona girdiği ilk hafta sonu The Conjuring’in (Korku Seansı) bir seansına girmek için bilet gişesine yaklaştığımda, beni sektör adına sevindirici fakat günlük planımı altüst edecek bir sürpriz bekliyordu: Salon tamamen doluydu! İlerleyen saatlerde işim olduğu için, izlememiş olduğum ve saati uyan tek alternatif olarak Grown Ups 2’ye girdim. Yaptığım fedakârlığı düşünün! (Büyükler’i kötülemek için söylemiyorum. Hatta esprilere kahkahalarla gülenler vardı. Ama film benim tipim değil maalesef, o bakımdan.) The Conjuring’in bu gişe başarısında, 1970’lerde yaşanmış gerçek bir olayı anlatmasının payı var mıydı acaba?
Birkaç hafta daha geriye gidiyorum. Gerçek olaydan esinlenmiş filmlere daha hoşgörülü yaklaştığımı, ufak tefek kusurları görmezden geldiğimi fark ettiğim ana… 80’lerdeki bir gerçek seri katil hadisesini konu alan The Frozen Ground’da (Karanlık Cinayetler) bir sahne var. Vanessa Hudgens’ın oynadığı karakter Cindy, arabayla kötü adamdan kaçıyor. Bu esnada ‘zehir hafiye’ Jack Halcombe telefonda kıza direktif veriyor. “Kasabada bildiğin bir yer söyle, oraya git, ben de hemen oraya geleyim.” Ve Cindy daha önce kasabanın karakoluna birkaç kez gittiği halde, en tehlikeli mekân olarak nereyi seçebilirim diye düşünüp, “P.i.m.p.’in evine gideyim öyleyse,” diyor! Normalde “Yeme oğlum bizi, kız oraya niçin gitti?” dedirtecek bu durum, beni hiç rahatsız etmiyor ve filmin sürükleyiciliğini bozmuyor. Sanırım bilinçaltında, “Demek ki gerçek hayatta Cindy öyle yapmış,” diye düşünüyorum.
Önümüzdeki günlerde de bizleri bol bol gerçek hikâye filmi bekliyor. Kaç tanesi The Pursuit of Happyness (2006), Moneyball (2011), The Social Network (2010) ya da Milk (2008) kadar beğeni toplar; Into the Wild (2007) gibi kült film haline gelir bilinmez ama yakın zamanda “Gerçeği, yalnızca gerçeği anlatacağıma yemin ederim!” vaadiyle bizi sinema salonlarına davet eden filmler art arda gösterime girecek:
Örneğin 1970’lerde Batı Avustralya’yı bir başına kat eden Robyn Davidson’ın gerçek hikâyesi “Tracks”, Venedik’te ana yarışmadaydı. Hint Okyanusu açıklarında yaşanmış bir korsan saldırısını anlatan “Captain Phillips”, Ekim ayının en iddialı filmleri arasında. (Bu arada fragmanını izleyince filmi “A Hijacking / Kapringen – Fidye” re-make’i sanan sadece ben miyim?)
“Jobs” birkaç hafta önce izleyiciyle buluştu. Julian Assange’ın hayatı “The Fifth Estate” ve Formula 1 pilotları James Hunt ile Niki Lauda’nın rekabetini anlatan “Rush” (yani duble Daniel Brühl!), sonra “Fruitvale Station” ile tam bir hakikat ayı yaşıyoruz! 2013 senesi Steve McQueen’in “12 Years a Slave”i ve George Clooney’nin “The Monuments Men”iyle kapanırken, yeni yılı Idris Elba’lı “Mandela: Long Walk to Freedom” açacak.
Avrupa sinemasına dalsam başka filmler de sayarım fakat argümanımı savunacak kadar film saydığımı tahmin ediyorum. Dolayısıyla sözü daha fazla uzatmayayım, kendi adıma ‘gerçek hikâye’ filmleri arasında favorilerimi belirtmeden geçmeyeyim. Öncelikle Brian Clough’ın Leeds’i çalıştırdığı 44 günü anlatan “The Damned United (2009)”… İkincisi bir filmden çok blues konseri havasında olan “Cadillac Records (2008)”: “Bir genç kızın sahneye iç çamaşırını atması hadisesi ilk olarak blues söyleyen bir eleman sayesinde gerçekleşti. Beyaz genç kızlar da bunu yapmaya başlayınca, bu müziğe rock’n roll demeye başladılar!” Ve üçüncüsü de ‘Irish’ Micky Ward’ın öyküsünü anlatan, David O. Russell’ın “The Fighter”ı (2010)…
Son olarak, ivedilikle beyazperdeye aktarılmasını dilediğim gerçek olaylara gelince: Felix’in “Stratos” atlayışı. Belgeselini zaten yaptılar ama şöyle dev bir Hollywood prodüksiyonundan bahsediyorum. (Felix rolünde Sam Rockwell veya Channing Tatum mu dediniz? Almanca konuşacaksa Til Schweiger ya da Moritz Bleibtreu!) Bir de Zaragoza’da 100 yıllık Hz. İsa freskini ‘restore eden’ Cecilia Gimenez teyzenin hikâyesi. O neydi öyle ya! 1 sene oldu, aklıma geldikçe hâlâ gülüyorum. #truestory
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.