“Hep halkların kardeşliği mi olacak; bu kez yaşasın halkların sevgililiği” sloganıyla medyada adından söz ettiren Gitmek: Benim Marlon ve Brandom filmi, bağımsız genç yönetmen Hüseyin Karabey’in ilk uzunmetrajlı filmi. Küçük bir bütçeyle fazla salonda gösterime girmemiş olsa da; dünya çapındaki film festivallerinde ses getiren bir film olmuştur.
Bu filmde de, kültür, azınlık, yokluk, iletişimsizlik, yolculuk, keşif, arayış üzerine değinmelerde bulunmak mümkündür. İstanbul’daki bir film setinde tanışan kürt Hama Ali ile türk Ayça’nın aşkı anlatılıyor. Sette yaklaşık 20 gün kadar birlikte sevgili olarak zaman geçirdikten sonra Kuzey Irak’a dönen Hama Ali ile bir daha görüşemeyen Ayça, çeşitli yollara başvurarak ona ulaşmaya çalışır.
Hama Ali, ünlü bir kürt oyuncudur ve Kuzey Irak’ta yaşamaktadır. Taksim Tarlabaşı’nda Mahir Günşıray’ın tiyatrosunda oyunculuk yapan Ayça ise, ardında her şeyi bırakmayı göze alarak Doğu’ya; Kuzey Irak’a doğru bir yolculuğa çıkmak üzere Hama Ali’ye ulaşma çabasındadır. Hama Ali ise Kuzey Irak’taki savaş koşullarından dolayı bunun olanaksız olduğunu; en kısa zamanda Ayça’yı görmeye yanına geleceğini ona postayla gönderdiği videokasetler aracılığıyla dile getirir. Bununla tatmin olmayan Ayça, gözünü karartıp eşyalarını toplar ve Kuzey Irak’a gitmenin yollarını aramaya başlar. Sınırı geçemeyeceğini anladıktan sonra ise, İran Urmiye’ye gitmeye ve iki sevgili orada buluşmaya karar verir. Ancak buluşamazlar…
Filmde genel olarak birden fazla iletişim sorunu olduğunu söylemek mümkündür. Öncelikle farklı uluslardan iki sevgilinin sınırlar nedeniyle bir türlü iletişim kuramaması, yüzyüze görüşmek bir yana telefon hatlarında kürtçe konuşamadığı için ne dediği anlaşılmayan Ayça’nın Hama Ali’ye ulaşamaması, Ayça’nın tiyatro ekibindeki arkadaşları tarafından anlaşılamaması, akşamları televizyondaki savaş haberlerini yüksek sesle dinlediği için yaşlı komşusunun Ayça’dan şikayetçi olması, İran’da geceleri sokaklarda yalnız başına yürürken sözle taciz edilmesi, kendi cinsiyetinden olanlar tarafından dahi dışlanması iletişim sorunlarından bazılarıdır. Üstelik iki sevgili sadece ingilizce ile anlaşabilmektedir; yani kendi dillerinde ilişkilerini yaşayamamaktadırlar. Hama Ali kürtçe; Ayça ise türkçe bilmektedir. Ancak Ayça, Kuzey Irak’a gitmeye karar verdiği andan itibaren kürtçe sözlükler alarak bu dili öğrenmeye karar verir. Bu kadar çaba sarf etmesinin karşılığında sevgilisinin bu buluşma için yeteri kadar özen göstermediğinden şikayetçidir Ayça.
Filmde Ayça’nın Batı’dan Doğu’ya yolculuğunun anlatılmasının yanısıra, kendini güvende hissettiği tek kişi olan Hama Ali’nin yanına gitmeye çalışmasını; aslında kendi yaşamı için de verdiği bir mücadele olarak ele almak mümkündür. Büyük bir kent olan İstanbul içinde tiyatrocu kimliğiyle ve şişman vücut yapısı ile tek başına bir yaşam sürdüren ve farklı olarak damgalanan Ayça, yaşamdaki bütün anlamı sevgilisinin yanına gitmekte aramaktadır. Doğu’ya yaptığı tüm yolculuklar sırasında sürekli derin düşünceler içine girerek yaşamını tartmakta ve elindeki deftere yazdığı yazılarla Hama Ali’ye olan aşkını dile getirmektedir. Yüzyüze görüşememenin verdiği sıkıntıyla mektup, posta, telefon gibi iletişim araçlarına başvuran Ayça yaşamdaki tüm karşıtlıkları, pozitifin negatifini, olurun olmazını, gerçeğin silüetini ve benzeri tüm hissiyatları sevgilisine yansıtmaktadır. “Sen benim Marlon ve Brando’msun” derken de fiziksel olarak varolmayan sevgilisine ne kadar çok anlam yüklediğini izleyici de görmektedir.
Gitmek filmi, doğal bir ifade sunulması yoluyla izleyiciye ulaşır. Filmi izlerken bir film içinde olduğumuzu düşünmekten çok; başkarakterin iletimlerinin doğallığı nedeniyle kendimizi doğrudan onun yaşadığı ortam içinde buluyoruz. Filmin sinema sanatı içindeki duruşu, anlatmak istedikleri ve filmin yapısı itibariyle bağımsız ve eleştirel bir duruştur. Bu ilk uzunmetrajlı sinema filmi olan yönetmen Hüseyin Karabey, daha öncesinde belgesel çekmekte olan bağımsız bir sinemacıdır.
Filmdeki karakterlerin isimleri, oyuncuların gerçek yaşamlarındaki isimleri ile aynıdır. Dolayısıyla rollerin gerçekçi kişiselleştirmeleri bakımından bu kolaylaştırıcı bir unsurdur. Ayrıca çalıştığı tiyatronun sahibi olan Mahir Günşıray, gerçek yaşamda da ünlü bir tiyatrocudur ve filmde geçen oyununda da Irak’taki savaşı konu olarak ele almışlardır. Bu arada Ayça’nın oyundaki rolü de Irak’tan bildiren ve savaşın ciddiyetini anlamayanlara anlatmaya çalışan bir muhabir rolüdür.
Tiyatrodan çıktıktan sonra Taksim Gümüşsuyu’ndaki evine dönen ve rum olan alt komşuları ile hergün hemen hemen aynı sıkıntı dolu diyalogları yaşayan Ayça’nın gözünden birçok farklı yaşamı da filmde hissediyoruz. Büyük bir kent olan İstanbul’da azınlık olmak ne demek, kadın olmak ne demek, yalnız yaşamak ne demek, sevgilisinden uzakta olmak ne demek, savaş ortamına sürüklenmiş bir dünyada yaşamak ne demek, kimin eli kimin cebinde ve niye herkes birbirine düşman olmuş gibi soruların cevaplarının film içinde arandığını görmek mümkün.
Öte yandan Doğu’ya yaptığı yolculuklar sırasında Van, Mardin, Diyarbakır, Silopi’deki yaşamlara da tanıklık ediyoruz. Adeta bir yarı belgesel görüntüsünde olan filmde baş roldeki Ayça’nın doğal sunumuyla izleyici de yolculuk ettiğini hissediyor. Yönetmenin de büyük ölçüde bunu yaşatmak istediği bir gerçek.
Irak Savaşı protestolarına, bekar odalarındaki yaşamlara, mültecilerin kaçış anlarına da yer veren film, toplumsal bir panaroma sunuyor adeta. Gerçek insan hikayelerini yansıtmak istediğini belirten yönetmen Karabey, yaptıkları çekimlerde yaşam alanlarının ve insanların birebir gerçek olmasına özen göstermiş, ancak bunu yaparken düzeyli bir akış tercih ettiğini, çünkü seyirciyi sıkmamak istediğini vurguluyor.
Genellikle ötekileştirilen doğulu kimliğinin, Ayça’nın Hama Ali’ye ulaşması sırasındaki bu yolculukta ne kadar tanıdık kimlikler olduğunu fark ediyoruz. Çünkü bu yerel yaşam ile ulaşmaya çalıştığı Hama Ali’nin yaşamı arasında paralellikler mevcut. Belki aynı dili konuşamıyorlar, ama yolda hemen arabadan inip bir köy düğününde oynayacak kadar yakın hissediyor Ayça kendini bu insanlara. Bindiği arabalarda şoförlerden yöredeki yaşamları hakkında bilgi alan Ayça, kendini sınırların kaldırılmasından ve herkesin aynı yaşamasından sorumlu bir birey gibi hissediyor adeta. Dolayısıyla Ayça’nın bu iletişim sorunlarının tümünü çözmeye yetecek kadar büyük bir enerjisi var ve izleyici bu cesareti hissetmekte güçlük çekmiyor.
Ayça’nın bir kadın olarak tek başına İstanbul’da yaşarken, İran’daki yasaklı sokaklarda geceleri yürürken, doğu illerine minibüslerle yolculuk ederken, vücut yapısından çekinmeden giyinirken, sevgilisinin ilgisinden muzdarip birçok yalnız gece geçirirken, yaşadıklarını da bir kadın bakış açısıyla gözlemlemek mümkündür. Dolayısıyla Gitmek’in hem toplumsal eleştiri içinde, hem de feminist bir çerçeveyle geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Öykünün gerçek yaşayanlarca aktarılması, izleyiciye de artı değer kazandırmaktadır. İletişim kanallarının tıkandığını toplumsal açıdan ve bir kadının gözünden görmek, bizim de durduğumuz eleştirel noktayı keskinleştirmektedir. Baş karakterimiz hem toplumun içinde hem de kendi içinde bir yolculuğa çıkarak, tüm sorunların ve baskıların, ayrılıkların, aykırılıkların üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Umutsuzca sevgilisini bekleyen Ayça’nın yarattığı gerçekliğin yıkılmasıyla ve savaşın sınırlar üzerindeki etkisini arttırdığı gerçeğiyle biz de izleyici olarak salondan çıkarız ve içimizdeki sorgulamalarımıza devam ederiz.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.