God Bless GothAmerica: The Dark Knight Rises

DİKKAT: Yazı filmle ilgili ciddi spoiler’lar (sürprizbozan) içermektedir!

The Dark Knight Rises’ın vizyona girişi ile bir üçleme daha sona erdi. Christopher Nolan’ın el atıp dirilttiği, çokça söylendiği gibi kahramana saygınlığını kazandırdığı bu üçleme hakkında çok şey yazılıp çizildi, yazılıp çizilmeye de devam edilecek. Nolan 2005 yılında kotardığı ilk filmle epey olumlu eleştiri toplamış, gişeden de mutlu ayrılmıştı. Batman Begins herkesin yüzlerce kez dediği gibi yapımcıların çizgi-romanlara olan bakışlarını değiştirmiş, bu konuda bir devrim yapmıştı. “Abartıyorsun” diyenler olacaktır, ama abartmıyoruz. Bizzat Marvel’ın CEO’larının yaptığı açıklamalar, diğer stüdyoların ortaya koyduğu çizgi-r0man uyarlamaları Nolan’ın bir devrim yaptığının kanıtıdır. Batman Begins’ten sonra yapılan uyarlamalar izlendiğinde çoğunda bir Batman Begins etkisi rahatlıkla görülür. Yönetmenin 2008 yılında vizyona soktuğu The Dark Knight elde ettiği gişe ve aldığı onlarca olumlu övgü ile kısa bir sürede modern klasiklerin arasına dahil oldu. Tabi o meşhur soru da hemen ortaya atıldı: “Nolan TDK’dan daha iyi bir film çekebilecek mi? Heath Ledger da yok artık. İşi çok zor”.

Çoğu kişi Nolan’a güveniyordu, Joker/Heath Ledger olmasa da Nolan’ın sağlam bir finale imza atacağına emindi. İki Batman arasında kotardığı Inception (2010) da epey beğenilip sağlam bir gişeye imza atınca neredeyse tüm şüpheler yok olmuştu.

Ben ise genelin aksine The Dark Knight’ı başarısız buluyorum. Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeceğim. Kimileri Burton’ın uyarlamalarını çizgi-romana daha yakın diye sever, kimileri de Nolan’ın uyarlamalarını daha ciddi, sululuktan, komediden uzak, gerçekçiliğin dibine vurulmasından ötürü, içinde (diğer Batman’lerden daha fazla) felsefe ve psikolojik çözümlemeler barındırdığı için daha çok sever. Ben iki üçlemeyi de sevmiyorum. Burton’ın tarzından hoşlansam da ortaya koyduğu Batman’lere katlanabildiğimi söyleyemem. Nolan’ın çektiği son iki Batman’i de çeşitli sebeplerle sevemedim. Nolan’ın üçlemesini bütün defolarına (aslında defodan öte bir durum söz konusu) rağmen çizgi-roman uyarlamalarına getirdiği yeni soluk, Batman’e kazandırdığı saygınlık ve teknik açıdan neredeyse kusursuz olmalarından ötürü önemsiyorum. Başta da belirttiğim gibi The Dark Knight bana göre vasat bir film. İlerleyen satırlarda buna kısaca değineceğim.

Gelelim asıl meselemiz The Dark Knight Rises’a. Yukarıda da belirttiğim gibi herkes Nolan’a güveniyordu. Bense “The Dark Knight’taki o muazzam hataları tekrar etmezse benim için kafidir” diye düşünüyordum. Tabi ben de beklenti içindeydim. Lakin ne yazık ki ama ne yazık ki karşımızda vasat, yer yer vasatın altına dahi inen bir film var. Bunun suçu kimde peki? Nolan’da mı, stüdyoda mı, David S. Goyer’da mı? Neden böylesine ucuz bir filme imza atıldı? Ama daha önemlisi Nolan bu filmi izlediğinde filmindeki mantık hatalarının ve problemlerin farkına varamadı mı? Bu sorulara cevap alacağımızı hiç sanmıyorum. Suçun kimde olduğu pek fark etmiyor. Karşımızda sadece Batman üçlemesinin değil Nolan’ın kariyerinin en kötü filmi var. Ama tüm bu olumsuz yargılara rağmen filmin Joel Schumacher’in Batman’lerini havada karada tokatlayacak kalitede olduğunu söyleyebiliriz. En azından bu açıdan sevinebiliriz.

Yukarıda son Batman için “T.D.K.’nın hatalarını tekrarlamazsa yeter bana” diye yazmıştım. The Dark Knight’ın onca problemleri arasında en göze çarpanı onlarca karakteri ve bu karakterler arasındaki ilişkileri 152 dakikada anlatmaya çalışması olarak göze çarpıyordu. Joker, Harvey Dent ile Joker arasındaki mücadele, Harvey Dent ile Two Face arasındaki çatışma, Batman ile Bruce Wayne arasındaki çatışma, Batman ile Two Face arasındaki mücadele, Joker-Mafya mücadelesi, Bruce-Rachel-Harvey arasındaki aşk üçgeni, Jim Gordon, Batman-Joker mücadelesi, Wayne Co.’daki bir çalışanın Bruce Wayne’i tehdit etmesi ve daha nice karakter, mücadeleler, çatışmalar, olaylar 152 dakikada anlatılmaya ve çözümlenmeye çalışılıyordu. Tabi ki altından kalkılamıyordu. Film başlangıcından sonuna dek odak noktasını yitiriyor, ne anlatacağını, neyi ne kadar anlatacağını şaşırıyordu. Kimi önemli konuların üstünden hızla geçiyor, kimilerini sakız gibi uzatıyordu, dengesiz bir film çıkıyordu ortaya. Bu durum filmi vasat kılmaya yetiyordu da artıyordu. Ne yazık ki Nolan hatalardan ders çıkarmadığı gibi bu hatalara yenilerini ekliyor.

Tıpkı The Dark Knight’taki gibi birden fazla karakteri ve olayları senaryosuna dahil eden Nolan bu karakterler arasındaki mücadelelerde odağını yitiriyor. Bane ile açılıyor film. Tıpkı açılış sekansında olduğu gibi finale dek çoğu sahnede Bane’in acımasız bir insan evladı olduğunu anlatıyor Nolan. Bu sırada Bruce’un ruhsal portresini çıkarıyor, Selina’yı anlatmaya çalışıyor, eski karakterleri tekrar sahneye çıkarıyor, yeni karakterlerden Blake’i tanıtıyor, Miranda Tate’i gösteriyor, Dr. Jonathan Crane’e az biraz odaklanıyor, Jim Gordon’ın Bane ile mücadelesini, Batman’in düşüşünü ve yükselişini, Bruce’un Miranda ile ve Selina ile ilişkisini, darbenin halk üzerindeki etkisini, kapitalizmin yok olmasının sonuçlarını, komünizmi ve nükleer tehlikeyi anlatmaya yelteniyor. Kısacası gene fazla kahraman ve anti kahramanı kısa sürede anlatmaya çabalıyor Nolan. Bu karakterlerin hakkının verilmediğini, bu karakterlerin hakkının verilmemesi de filmi olumsuz yönde etkilediğini söylemek mümkün.

Karakterlerden sözü açtık, öyle devam edelim. Bakın Nolan’ın uyguladığı taktik, yani bir sürü karakteri kısa sürede anlatma taktiği çizgi-romanlarda işe yarayabilir ama sinemada yaramaz. Elbet bir yerden sonra ip kopacak, bazı karakterlere daha fazla süre verilirken bazıları harcanacak, bazı olaylar izleyeni etkileyemeden hızla anlatılacak. The Avengers (2012)’ın, The Dark Knight (2008)’ın, Spider-Man 3 (2007)’nin sorunu da tam olarak buydu. Fazla karakter, daha fazla olay… Bu durum filmde Bane, Bruce, Blake, Selina ve Miranda gibi film için hayati derecede önemli karakterlerin hikayelerinin doğru dürüst anlatılamamasına neden oluyor. Miranda’dan başlayalım. Bizlere Bruce’un şirketinin CEO’su olarak tanıtılıyor. Daha sonra onu gördüğümüz her sahnede yönetmen onu derinleştirmek yerine bambaşka şeylerle meşgul oluyor. Miranda’yı iki üç sahnede gördükten sonra birden bizlere Miranda’nın aslında Gölgeler Birliği’nin lideri Ra’s Al Ghul’un kızı olduğu söyleniyor. Daha Miranda derinleştirilemeden, hikayesi anlatılamadan Talia Al Ghul anlatılmaya çalışılıyor. Aslında anlatılmıyor, sadece söyleniyor. Miranda kendisinin Talia olduğunu söyledikten sonra tüm planı, yani Gotham’a darbe yapıp iktidarı suçluların eline vermeyi kendisinin kararlaştırdığını anlıyoruz. Lakin Miranda’nın derinleştirilememesi, Talia’nın bir addan ibaret olması tüm hikayeyi zedeliyor. Bu durum, yani Miranda/Talia’nın anlatılamaması Bane’i de etkiliyor. Kaslı bir aşıktan öteye gidemeyen bir karakter çıkarılmış oluyor. Bane’in tüm bunları yapmasının altından zekice şeylerin çıkmasını beklerken tam bir klişe olan “Aşkım için yaptım”ın çıkması açıkçası üzüyor.

Sadece Bane de değil anlatılamayan. Selina da doğru dürüst anlatılamıyor. Kendisi hakkında bir kaç bir şey fısıldıyor Nolan kulaklarımıza ama ne yazık ki bu fısıltılar karakterin derinleştirilmesine yetmiyor. Ayrıca Anne Hathaway’in 13 dakikalık ‘featurette’de belirttiği gibi karşımızda Nolan’ın Kedi Kadın’ı duruyor. Nolan’ın tüm karakterlerine yaptığını Selina’ya da yaptığını söyleyebiliriz. Seksi, femme fatale, cazibeli bir Selina yok karşımızda. Kedi Kadın ise hiç yok. Ama buna zaten hazırlıklı idik. Selina’nın çoğu özelliği törpüleniyor ama törpülenenler yerine başka şeyler koyulmuyor ne yazık ki. Gene de Bruce’u uykusundan uyandırması bakımından hikaye için önemli olduğunu söylemek mümkün. Ve gelelim Bruce’a. Bruce’un derinleştirilmediğini söylersek çarpılırız. Ama Bruce’un düşüşü ile yükselişi arasındaki süre çok ama çok kısa olunca ne yazık ki bazı şeyler inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Nolan’ın Bruce’un düşüşü ile yükselişine fazla zaman harcayamaması tamamen yaptığı seçimlerden kaynaklanıyor. Örneğin olaylara Miranda/Talia’yı ve hatta Selina’yı dahil etmemiş olsaydı geriye kalan sürelerde Bruce’un düşüşü ile yükselişini daha sağlam bir şekilde irdeleyebilirdi. Kısacası karakterlerde sorun çok. Bu da etkileyici karakterlerin ortaya çıkmamasına neden oluyor. Filmden sonra aklımızda Bane’in sesi kalıyor ve belki görüntüsü ama onlar da hızla siliniyorlar. Peki Joker’i unutan var mı aramızda? Yönetmenin Joker’i oya gibi işlemesi, Batman’in sahnelerinde dahi Joker’i anlatması ile etkileyici bir karakter ortaya çıkıyordu. Nolan aynı şeyi Bane’de ve Miranda’da başaramıyor ne yazık ki. Kötü kahramanları etkileyici olmayan bir film olup çıkıyor The Dark Knight Rises.

Gelelim hikayedeki klişelere. Açıkçası The Dark Knight Rises’a gitmeden önce karşıma nükleer terörü anlatan bir film çıkacağını tahmin etmiyordum. Tabi ki Bane’in Gotham’a olabildiğince zarar vereceğini biliyordum ama bunun daha filmin ortasında nükleer bombaya bağlanacağını düşünmemiştim. Son otuz-otuz beş senede nükleer bomba o kadar çok işlendi ki filmlerde berbat bir klişe haline gelmesi kaçınılmazdı. Nolan gibi filmleri üzerinde epey uğraşan ve klişeler kullanmamaya çabalayan bir yönetmenin böylesi bir klişeyi filmine dahil etmesi ve buradan bir gerilim yaratmaya çalışması üzücü. Tek klişe de bu değil ne yazık ki. Gordon’ın bombayı durduracak aleti bombaya yerleştirecekken düşürmesi, kahramanın şehir zarar görmeden bombayı son anda imha etmesi, bombanın patlamasına bir dakika kala esas kızla öpüşmesi, bombayı yapanın bir Rus olması (kötü Ruslar klişesi), Bruce’un düştüğü hapishanedeki ulvi yaşlı adam ve daha onlarca klişe. Bazıları kolayca göz ardı edilebiliyorlar, ama bazıları ne yazık ki Nolan gibi bir yönetmene yakışmıyorlar.

Filmin politik söylemleri de filmi olumsuz anlamda etkiliyor. Nasıl ki Nolan’dan finali nükleer bombayla yapan bir film beklemediysem “God Bless Gotham/America” gibi bir politik söylem de beklemiyordum. Yönetmenin önceki filmi The Dark Knight ve ilk filmi Batman Begins’te ‘gothic’siz bir ‘Gotham’ mevcuttu. Evet, buraya Gotham demek biraz zordu. Yönetmen gerçekçiliği önemsediği için Gotham’ı da Şikago ve New York’a benzetiyordu ama çizgi-romandaki Gotham’dan da parçalar bulmak mümkündü. Bu filmin ise Gotham’da geçtiğini söylemek mümkün değil. Parçalanmış ABD bayrağı, ABD’nin marşı, Gotham’ın karanlığı yerine New York’un aydınlığının tercih edilmesi ve politik söylemleri ne yazık ki The Dark Knight Rises’tan çok şey alıp götürüyor. Bush’un politikalarının övülmesi, devrimin yanlış tanıtılması ve sistemin kutsanması işin tuzu biberi oluyor.

Oyunculuklara ve aksiyon sekanslarına değinmeden bitirmeyelim yazıyı. Christian Bale Bruce rolünde alışkın olduğumuz performansını sergilerken yönetmenin tutumundan ötürü filmin en kötü performansı Marion Cotillard’a ait oluyor. Kendisinin yapabileceği bir şey yok ne yazık ki. Michael Caine özellikle Bruce’a veda ettiği sahnede ustalığını konuşturuyor, zaten bu sahneden sonra da kendisini ancak finalde görebiliyoruz. Gary Oldman, Anne Hathaway, Joseph Gordon-Levitt de alışık olduğumuz performanslar sergiliyorlar. Tom Hardy’nin performansı ise gene Nolan’dan ötürü heba olup gidiyor. İlk başlarda sağlam performans sergileyen aktör ne yazık ki karakterinin hikayedeki rolü azaltılmaya başlanınca yavaş yavaş etkisini yitiren bir performansa imzasını atıyor. Bu da akılda kalıcı performansın filmde olmamasına neden oluyor. Aksiyon sekansları da keza öyle. İkinci filmdeki sahneler ne güzeldi halbuki! Bu filmdeyse Nolan, Fritz Lang gibi binlerce figüranlı aksiyon sahnelerine imza atmaya çalışıyor. Lakin kusura bakmasın, pek başardığı söylenemez. 1100 figüranın birbirine girdiği o sekansların yönetimi fena halde kötüydü. Karşı çıkacak olanların Martin Scorsese’nin Gangs of New York (2002)’unu izlemelerini öneririm. Şehirdeki yüzlerce figüranlı çatışma sekansları nasıl çekilirin dersini veriyordu Scorsese. The Dark Knight’ın gerisinde aksiyon anlamında da kalınıyor.

Fazlasıyla zaafı, problemi, mantık hataları var filmin. Fakat tüm zaaflarına rağmen film kendisini izlettiriyor. Geçen seneden beri bilinçaltımıza pompalanan “Destansı bir final”den çok uzak bir final karşımızdaki. Gizlilik politikası yerine “çektiğin her sahneyi spot, fragman, featurette şeklinde nete aktar” şeklinde bir pazarlama politikasının güdülmesi de filmden alınacak hazzı azaltıyor. Neredeyse her sahneyi fragmanlarda ve spotlarda gördüğümüzden filmde çok az şaşırıyoruz. Sonuçta belirttiğim gibi yılın en vasat işlerinden bir tanesi The Dark Knight Rises. Nolan üçlemesini bu şekilde bitirmemeliydi.

Yorum Gönderin