Bir devletin başka bir ülkedeki operasyonlarının epey kolaylaştığı bir dönemdeyiz artık. Onlarca kişiyi öldürmek çocuk oyuncağına dönüşmüş durumda. ABD’de bir asker elindeki kolayı bırakmadan Afrika’nın köyünü bir düğmeye basarak bombalayabiliyor. Askerin o ülkeye gitmesine gerek yok. Oturduğu yerden dilediği kadar kişiyi silah teknolojisinin epey gelişmesi sayesinde öldürebiliyor. İnsansız hava araçları (İHA) ses çıkarmadan, görünmeden hedeftekilerin peşinden ilerler ve Amerika’dan düğmeye basıldığında füzeyi hedefe yollar. Öldürmek bu denli basit artık. Silah teknolojisinin bu denli gelişmesi ve öldürmenin bu denli kolaylaşması Hollywood’un da gözünden kaçmadı. Kısa bir arayla çekilen iki film, Good Kill ve Eye in the Sky, hava araçlarını merkeze koyup bu mevzuyu her açıdan sorgulamaya yelteniyor.
GOOD KILL (2015)
Andrew Niccol’ın yönettiği, Ethan Hawke’un başrolünü üstlendiği Good Kill‘in merkezinde bir pilot yer alıyor. Oturduğu koltuktan düğmeye basarak insanları öldüren adamın sözümona değişimine odaklanıyor. Zamanında Lord of War‘la silah sanayisini epey etkileyici ve başarılı bir şekilde eleştiren Niccol ne yazık ki son filminde bunu beceremeyip vasat bir işe imzasını atmış oluyor. Good Kill iyi olabilecekken olamamış, fırsatı tepmiş filmlerden. Peki sıkıntıları neler?
Öncelikle inandırıcılık sorunları var. Evet, Afrika ne yazık ki halen sömürge kıtası ama buna rağmen Amerika buradaki bir köyü yirmi kez bombalayamaz. Üstelik Amerika’nın hükümetle işbirliği yaptığı da söylenmiyor. Dolayısıyla İHA pilotu Egan’ın (Hawke) emirler doğrultusunda onca kez köyü bombalamasında bir inandırıcılık sorunu mevcut. Öte yandan Egan’da da sorunlar mevcut. Egan gerçek bir uçağı uçurduğu o günleri özlüyor. Bir odada oturup uzaktan kumandalı uçağı uçurmak, sürekli aynı kelimeleri sarf etmek, risk almamak onu bunaltıyor. Egan öldürdüğü onca insana üzülüyor ama en çok istediği şeyin bir savaş uçağını kullanmak olması ise kafaları karıştırıyor. Gerçek bir uçağı kullandığında da gene Pentagon’un emriyle masumları vuracak. Belki de geçmişinde vurmuştur. Dolayısıyla Egan’ın öldürdüğü masumlar için ağladığı an değerini kaybediyor. Bu sahnenin formüllerin gereği olarak konulduğunu düşündürttü bana. Egan vicdanlı birisi olsaydı Suarez (Zoe Kravitz) gibi sistemi eleştirirdi. Ama Egan bir süre sonra ıssız adamlığa geçip pek konuşmuyor, sistemi eleştirmiyor. Onu bu noktaya getiren sebeplerin irdelenmemesi filmin en büyük sorunu. Egan’ın mesleği (pilotluk) yüzünden mi, yoksa görevi (İHA pilotluğu) yüzünden mi buhranda olduğu anlaşılmıyor. Savaşın Egan’a verdiği zararlar da iyi anlatılamıyor. Robota dönüşmüş hal ve hareketlerinin nedeni de ne yazık ki anlaşılmıyor. Anlaşılmadan da film bitiyor.
Filmin diğer sorunu, formüllerden uzaklaşamaması ve hesapçı oluşu. Egan ağlaması gerektiği yerde ağlıyor, vicdanı tetikleyen bir sahnede Suarez izleyicinin duygularını dile getiriyor, Egan’ın eşi Molly (January Jones) kocasını terk ediyor. Bunlar formüllere uygun sahneler ve tepkiler. Niccol’ın Pentagon’la tartışmalara çok az yer vermesi, sistem eleştirisini alabildiğine yüzeysel tutması, Egan’ın geçmişine değinmemesi ise hesapçılığının göstergeleri. Filmin buna rağmen American Sniper‘laşmaması olumlu taraflarından. Kolayca propagandaya kayabilecek bir yapıya sahip olan Good Kill içindeki yüzeysel eleştiri -iki Amerikan askerinin milliyetçilik, hamaset, cehalet ve klişe dolu söylemlerinin karşısına konan Suarez’in sistem eleştirisi- sayesinde propagandalaşmaktan kurtuluyor.
Good Kill‘deki onca ölümü umursatmaması da filmin sorunlu tarafları arasında yerini alıyor. Onca insan ölüyor ama Niccol bu insanların ölümünü umursatmıyor ve kanımca bu bir sorun teşkil ediyor. Yönetmen, Egan ile Molly’nin ilişkisini de önemsetmiyor. Bu bölümdeki melodrama oldukça klişeydi. Usta aktör Bruce Greenwood gene benzer bir rolde, milliyetçi bir komutan rolünde karşımıza çıkıyor ama Niccol’ın Greenwood’a yazdığı repliklerin yüzde sekseni berbat. Greenwood’un uzun nutuklarının filme katkısı sıfır. Filmin kayda değer replikleri Kravitz’e yazılmış. Yönetmen savaşa, politikaya, yargısız infazlara dair pek çok şey söylemeye yelteniyor ama hiçbir şey söyleyemeden filmini bitiriyor. Kısacası Niccol özellikle senarist olarak Lord of War‘dan çok uzakta artık.
EYE IN THE SKY (2015)
Bu yıl vefat eden Alan Rickman’ın son filmi olan Eye in the Sky, Niccol’ın filminden kısa bir süre sonra çekildi. Karşımızda Good Kill‘in yapamadığı her şeyi yapan, söylemediklerini tek tek söyleyen bir film var. Good Kill ile karıştırmamız gerekirse… Mesela Good Kill‘deki inandırıcılık sorunları burada yok. Niccol’ün yer vermediği tartışmalar bu filmin gerilimini besliyor ve film için son derece mühim bir noktada. Niccol’ün önemsetemediği Afrikalı sivillerle bu filmde özdeşleşebiliyoruz. Niccol’ün filmi bitmeden unutulurken Good Kill salondan çıkınca bile zihnimizde dönmeye devam ediyor. Niccol İHA’yı sıkıcı bir şekilde kullanırken Gavin Hood İHA’lardan da gerilim üretebiliyor. Öte yandan Niccol kötü ve gereksiz diyaloglarla filmini doldururken senarist Guy Hibbert’in senaryosunda gereksiz ve işlevsiz diyalog yok. Sonuçta bu, Niccol’ün yapmak isteyip yapamadığı şeyleri teker teker yapan etkileyici bir gerilim filmi.
İnandırıcılık sorunları yok demiştim. Hood ve Hibbert meseleyi -İngiliz hükümetinin ne olursa olsun canlı bombaları öldürmeye çalışmasını- olabildiğince gerçekçi işlemişler. Bir odada bir süre sonra dış işleri bakanından başbakana kadar herkesin dahil olacağı tartışmalar (sivillerin hayatı riske edilsin mi, edilmesin mi tartışması) gerçeğe çok yakındı. Tartışmalar ilerledikçe işin içinden çıkılamaması, herkesin topu (sorumluluğu) başkasına atması ve küçük kızın hayatının riske edilmesi, canlı bombaların öldürülmeleri için yalanlar söylenmesi (Kenyalı çocuğun hayatının yüzde 65 oranında tehlikedeyken bu oranın tutanaklara yüzde 45 diye geçirilmesi) gerçek hayatla örtüşüyordu. Belki de denebilir ki pilot Steve’in (Aaron Paul) koskoca komutan Katherine’e (Helen Mirren) karşı çıkması gerçekçi değildi. Ama öylelerinin sayısı az olsa da gerçek hayatta mevcut.
Tartışmalar filmin en güçlü tarafı. Steve ile Katherine, Katherine ile karargahtaki askerler, Frank ile hükümetten adamlar arasındaki tartışmalar filmin gerilimini besliyor. Öte yandan Hood ve Hibbert’in epey önem verdiği sivillerin yaşamının riske edilmesi mevzusu film bittikten sonra da bizin zihnimizde yer ediyor. Film sadece karakterlerine değil, izleyicilere de şu soruyu sorduruyor: “Onlarca kişiyi öldürecek iki canlı bombanın ölümü için küçük bir Kenyalı kızın hayatını riske eder miydiniz?” Bu mevzu iyi bir şekilde işleniyor. Hood ve Hibbert kızla özdeşleşebilmemiz için kızı ve ailesini modern çizmişler. Bu sayede kızla ve ailesiyle daha fazla özdeşleşebiliyoruz. Karakterlerle özdeşleşebildiğimiz için de İHA’ların fırlatacağı füzeler gerilimi katbekat artırıyor. Burada Good Kill‘e dönersek. Filmde ardı ardına bombalar patlıyordu ama şahsen bu patlamaları esneyerek izlemiştim. Eye in the Sky‘da ise bu modern Kenyalı aile ile özdeşleştiğimiz, atmosfer başarıyla oluşturulduğu ve yönetmen Nevada’daki İHA kontrol odasının dışına çıkıp Kenya’yı da gösterdiği için tırnakları kemire kemire bu sahneleri izliyoruz.
Hood ve Hibbert ikilisi sivillerin ölümleri üzerinden gerilimli bir öyküyü başarıyla işlemişler. Diyaloglar da etkileyici. Mirren ve Rickman’ın performansları iyi. Kurgu da başarılı. Savaşın acımasız yüzü, silah teknolojisinin gelişmesinin olumsuz sonuçları da iyi bir şekilde işleniyor. Karakterlerin yeterince derinleştirilmemesi filmin göze batmasa da sorunlarından. Neticede Hood yılın kaydadeğer gerilimlerinden bir tanesine imzasını atmış.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.