Javier Bardem’in yüzünü güneşe vererek güvertedeki koltuklara yayıldığı dvd kapağıyla sürekli gözüme takılan ama türlü sebeplerden ötürü bir türlü edinemediğim filmi “Güneşli Pazartesiler”, dün gece amaçsız tv izlerken karşıma çıkıverdi. Şöyle bir göz atayım derken, tamamını izlemek zorunda kaldım. Başka çarem yoktu. İzletiyor çünkü. Gözünüzü alamıyorsunuz.
İspanya’nın liman kenti Vigo’nun güneşini arkasına alan kamera, bir taraftan bize katıksız bir işçi kentini gösterirken, bu kente saplanmış bir avuç orta yaşlı aylak takımdan serserinin de ardına düşüyor. Sinemanın pek de gözde kentlerinden biri olmamalı Vigo: sokaklarda uçuşan kağıtlar, komünist bloklarını andıran apartmanlar ve bu apartmanların duvarlarında çirkin yazıları var. Barcelona’nın şiirsel güzelliğinden, Madrid’in muntazam caddelerinden eser yok. İspanya’ya gitmiş ya da gidecek olanlar buraya uğramak istemezler. Bizim gibi reklam mağduru turistlerin İspanya algılarına uymuyor. Burası gezip görülecek bir yer değil. Burası pis bir yer. Burası gerçek dünya! Buna karşın, mekândan kuşkuya düşmeye başladığımız anlarda denizden inatla yansıyan güneş, “yanlış anlamadın ey izleyici, burası da İspanya” der gibi gözümüzü almayı sürdürüyor. Her şeye rağmen İspanya’da olduğumuzu unutturmuyor.
Bir avuç aylak serseriden bahsetmiştik. Filmin tarafsız kurgusu, en başından beri bu adamların keyfine düşkün serseriler olduğunu düşündürtüyor izleyiciye. Öyle ki, filmin bir süre sonra olağanlaşan bar sahnelerinden birinde, üç yıl öncesine ilişkin bilgiyi alana dek aralarındaki ilişkiye dair derinlemesine bir bakış sahibi olamıyoruz. Ancak bu kırılma noktasından sonra, “hmm, demek ki bu yüzdenmiş” diyebiliyoruz. Sonrasında onlara karşı bir yakınlık duyabiliyoruz. Birden bire daha sevimli gözükmeye başlıyorlar.
Santa, Jose, Lino, Sergei ve Amador, Rico’nun barında sürekli buluşup içki içerek arkadaşlık ederler. Bu gruba, (bar işletmecisini saymazsak) aralarındaki tek çalışan olan Reina da katılır. Grubun ortak yanı, kapatılan bir tersanede çalışmış olmalarıdır. Bu loş barda havadan, sudan ve çoğunlukla da işten güçten konuşup felsefe yaparak vakit öldürürler. Karizmatik aylak (bir çeşit flanör) Santa’nın başı, kırdığı bir sokak lambası nedeniyle mahkeme ile (sembolik olarak sistem ile) derttedir. Bir yandan bu problemle uğraşırken, diğer yandan (tıpkı diğer kafadarlar gibi) hayatta kalmaya uğraşıyor. Ama kendi kurallarından da vazgeçmiyor. Süpermarketteki, iş bulma kurumundaki, bardaki kızlara başarıyla asılıyor. Zaman zaman yaptıkları kendi fikirleriyle çelişiyor. Böyle durumlarda arkadaşlarına çaktırmamaya gayret ediyor. Çünkü o bir lider (ya da öyle sanıyor; aslında o bir hiç). Jose ve Amador karakterlerini de genellikle Santa üzerinden tanıyoruz. Özellikle Jose ile aralarında güçlü bir bağ var.
Jose işsiz kaldıktan sonra, derinden sevdiği karısı ile problemler yaşıyor. Santa’nın tersine güvensiz bir adam olan Jose, karısının çalışıp kendisinin çalışmıyor oluşunu bir gurur meselesi haline getirmiş. Ama elinden de bir şey gelmiyor. Güçsüz. Hepsi güçsüz aslında. Santa bile. Onları üvey evlat gibi dışlayıp, alıp başını giden dünyaya (kapitalizme) ateş püskürüyorlar. Santa bunu dillendirmekten çekinmezken, yaşlı Lino’nun umutsuz iş başvurularından olumsuz cevap aldıkça saçını boyayıp kendini daha genç göstermek zorunda hissetmesi, Amador’un her şeyi boşverip kendini içkiye vermesi ve Jose’nin karısıyla birlikte kredi almak için gittiği bankada çileden çıkması bu ezilmişliklerin dışavurumu aslında. Sovyetler Birliği’nde astronot olmak üzereyken, Sovyetler’in çökmesi üzerine kendini İspanya’nın post-endüstriyel mizanseninde bulan Sergei ise kapitalizm/sosyalizm kıyaslamalarında trajikomik bir işlev görüyor.
Filmin öne çıkan oyuncusu, karizmatik çapkın Santa’ya hayat veren Javier Bardem. Ancak bu öne çıkış, plansız değil öngörülmüş bir öne çıkış. Bardem, bu mütavazi yapımın en önemli oyuncusu olduğunu göstermiyor, sadece hissettiriyor. Bunu diğer karakterlerin oyunculuklarını tehlikeye atarak değil, uyumlu duruşuyla yapıyor. Eteğindeki taşların tümünü dökmüyor. Bardem’in bu olgun katkısı, filmi bir basamak daha yukarı taşımış.
Güneşli Pazartesiler bana Fellini’nin ilk dönem yapımlarından I Vitelloni (1953: Aylaklar) filmini hatırlattı. Yalnız, arada sosyal gerçekçilik yaklaşımı adına büyük bir fark var. Fellini’nin karakterleri daha çok bohem uyumsuzlukları ile dikkat çekerken, genç ispanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa’nın karakterlerinin düşmüşlükleri kendi tercihleri değil. Son olarak Güneşli Pazartesiler’in özellikle Avrupa festivallerinde fırtına gibi estiğini belirtmekte fayda var. Üstelik, İspanya’nın 2003 yılı Oscar adaylığını elde ederken, Pedro Almodovar’ın (artık biraz da sıkmaya başlayan kadın hikayelerinden) Hable Con Ella (2002: Konuş Onunla)’sını saf dışı bırakmış.
2002 yapımı Los Lunes Al Sol (Güneşli Pazartesiler), güçlü anlatımıyla yalın ve etkileyici bir film. Dvd fiyatı ise (yanlış hatırlamıyorsam) yalnızca 9,5 TL. İzlenilesi.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.