Hannibal Lecter Tarihi ve Geleceği


Acaba yazar Thomas Harris “Red Dragon” adlı romanını kaleme alırken başkarakteri Doktor Hannibal Lector’ın bu derece fenomen haline geleceğini, kitabını yazdıktan sonra yıllar boyunca hem kitabının, hem de Hannibal adlı karakterin gündemde kalacağını tahmin etmiş miydi? Bunu bilmiyorum, ama şu bir gerçek ki Harris unutulmayan karakterler yaratmayı başarmıştı. Hannibal öyle birisi ki sevilecek tarafı yok, nefret edilesi biri ama buna rağmen fazlasıyla “fan”ı olan biri. Tabi ki yaptıklarını onayladığımı söylemiyorum, sadece Hannibal’ın etkileyici olduğunu dile getiriyorum. Aklı başında olan biri Hannibal’ın yaptıklarından tiksinir zaten. İnsanları acı çektirerek öldüren, yetmeyip bir de bu insanları kesip pişirip yiyen, psikolog olduğu için de insanın o an ne düşündüğünü, neler hissettiğini çok iyi tahmin edebilen birisi Hannibal (burada parantez açmakta yarar var. Evet, kitapta Hannibal’ın psikopatlığından bahsedilir ama yamyam oluşundan bahsedilmez. Aslında Harris, Hannibal’a fazla yer vermez ilk kitabında). Egosu yüksek, kibirli, yamyam, katil, epey zeki. Düşmanı olmak istemeyeceğiniz kişilerden özetle. Hannibal’ın bu derece etkileyici olmasının (sevilen demiyorum, etkileyici diyorum) asıl nedeni zekası. Defalarca yakalansa da hep bir yolunu bulup kaçmayı başarmış birisi. Uzatmayayım Harris sağlam bir karakter yaratmıştı yıllar önce. Tabi Harris’in yapıtında sadece Hannibal yoktu. Hannibal kadar önemli karakterler de yaratmıştı. Bu ruh hastasını yakalamaya çalışan Will Graham ve Jack Crawford’u unutmamak gerek. Bu yazıda Hannibal külliyatının tümüne değineceğim.
Hannibal_2_13_13
“Red Dragon” adlı roman ilk kez 1986’da Michael Mann tarafından “Manhunter” ismiyle perdeye taşındı. Bu filmden beş sene sonra Hannibal’ın maceraları farklı bir ekiple “The Silence of the Lambs” adıyla perdeye taşındı. Hannibal karakteri sevilmiş, filmler de ilgi çekmiş olsalar da uyarlamalar arasında hep uzun süreler mevcut. 1991’de gösterime giren “The Silence of the Lambs”ten sonra tekrar bu karaktere dönülmesi için bir on sene geçmesi gerekmişti. Bu kez karakterle ilgili farklı bir hikaye anlatan isimse Ridley Scott’tı. “Hannibal” önceki filmin devamı niteliğindeydi. Sonra Hannibal serisi 2002’de “Manhunter”ın yeniden çevrimi olan “Red Dragon”, 2007’de hikayeye sil baştan başlayan “Hannibal Rising” ve 2013’te “The Silence of the Lambs”in ‘prequel’i  “Hannibal” dizisi ile devam etti. Şimdi bu yapımlara değinelim.

MANHUNTER (1986): Filmi henüz tam anlamıyla ünlenmemiş, bu filmden önce sadece iki film kotarmış Michael Mann yönetmişti. Film Harris’in “Red Dragon”da anlattığı hikayeyi anlatıyordu. Will Graham, Hannibal’ı (filmde soyadı Lecktor olarak geçer) yakalamış, adalete teslim etmiştir. Hannibal’ı yakalamaya çalışırken psikolojisi bozulmuş, bu katili adalete teslim edince de ceketini alıp FBI’yı terk etmiştir. Ailesiyle uzakta, deniz kıyısında bir yerde yaşamına devam ederken Jack yanına gelir ve başka bir katili yakalamak için ondan yardım ister. Will dayanamaz ve olaylara dahil olur. Michael Mann ilk filmi “Thief”te aksiyon sekanslarının ve gerilimin altından başarıyla kalkabileceğini kanıtlamıştı. Bu filmde de başarısını devam ettirmiş. İki gerilimli sekansta yeteneğini konuşturuyor Mann. Fakat iki saat süren filmde ortaya çıkması normal olan tempo sorununun önüne geçemiyor. Bunu geçersek bence başarılı bir uyarlama. Will Graham’in psikolojisine başarıyla odaklanırken Hannibal’ın psikopatlığını bir kaç sekansta ifade etmeyi başarıyor Mann. Özellikle Graham ile Hannibal’ın filmde ilk kez görüştükleri sekansta Mann karakterleri derinleştirmesi açısından pek başarılıydı. Kitaptaki karakterlerin hakkını veriyor Mann. Yavaş ilerleyen, neredeyse aksiyonsuz ve gerilimsiz ama başarılı bir film ortaya koyuyor. Evet, Hannibal derinleştirilir ama ne yazık ki Hannibal’a pek yer verilmez filmde. İkinci yarıda bu karakter tamamen unutulur, esas psikopata odaklanılır. “Manhunter”ın önemli tarafı Mann’in takıntılarını öğrenmemizi sağlaması. Erkeklerin işkolik oluşu, eşleriyle sorunlar yaşamaları ama epey de başarılı oluşları diğer Mann filmlerinde de karşımıza çıkar. Mann’in kadın karakter yaratamama sorunu burada da mevcut. Ne yazık ki Mann ilk filminden son filmi “Public Enemies”a kadarki filmografisinde doğru dürüst bir kadın karakter yarattığına tanık olamadık. Bu filmde de bu sorun mevcut.

RED DRAGON (2002): Brett Ratner’ın çektiği “Red Dragon” için “Manhunter”ın yap/a/madıklarını da yapmaya, anlat/a/madıklarını anlatmaya çalışan bir film diyebiliriz. Örnek vermek gerekirse… Mann “Manhunter”da Will’in Hannibal tarafından öldürülmeye çalışılmasını göstermemiş, sadece bir monolog ve iki diyalogla anlatmıştı. “Red Dragon” ise tam da bu mücadele, yani Hannibal ile Will arasındaki kapışma ile başlıyor. Örnekler arttırılabilir. Mesela Hannibal ile ona hayran olan Francis arasındaki ilişkiye ve pek tabi Hannibal’a daha fazla değiniyor Ratner. Ayrıca önceki filmde ihmal edilen Francis’in psikopatlığının nedenlerine ve Kızıl Ejder hikayesine de değinme şansı elde eder (Kızıl Ejder’e Mann pek iyi değinememişti “Manhunter”da). Uzatmayalım, kısacası Ratner bu filmde “Manhunter”ın yapmadıklarını yapar. Bu da “Red Dragon”ı önemli bir hale getirir. Evet, senaryo neredeyse satırı satırına önceki ile aynı (aynı eserin uyarlamaları olmaları da bunda etken şüphesiz). Ama önceki filmde önemsenmeyen şeylerin önemsenmesi bu filmi “sadece bir yeniden çevrim” olmaktan kurtarıyor. O yüzden iki filmin de izlenmesi tavsiyemizdir. Böylelikle “Manhunter”daki hikaye açıkları bu filmle giderilir. Gelelim kadroya. Will rolünde sarışın Edward Norton, Hannibal rolünde her zamanki gibi Anthony Hopkins, psikopat katil Francis rolünde Ralp Fiennes, Jack rolünde Harvey Keitel, Freddy rolünde Philip Seymour Hoffman, Reba rolünde Emily Watson ve Will’in eşi rolünde Mary-Louise Parker’ı izliyoruz. Kadro sağlam, lakin önceki filmin oyuncu kadrosunun performansları daha iyiydi. Mesela Francis’i oynayan Tom Noonan, Ralph Fiennes’tan fazlasıyla etkileyici idi. Keza William Petersen da Edward Norton’dan. Ama tabi ki Anthony Hopkins, Brian Cox’tan daha ürkütücü bir performans ortaya koymayı başarıyor önceki filmlerde rol almasının da etkisi ile. “Red Dragon” son on yılda yapılan başarılı yeniden çevrimlerden birisi olarak göze çarpıyor. En azından “Hannibal”ın yarattığı hayal kırıklığını unutturabiliyor.

THE SILENCE OF THE LAMBS (1991): “Manhunter”dan beş sene sonra çekilen “The Silence of the Lambs”in ilk filmle hiçbir alakası bulunmamakta. İlk filmdeki Will Graham yerini çaylak bir FBI ajanına bırakır. Dolayısıyla Will’in o benzersiz saptamalarına, katille empati kurduğu sekanslara bu filmde yer verilmez. Ama önceki filmden çok da uzaklaşılmaz. Gene manyak ötesi birisi katliam üstüne katliam yapmakta, şehre korku salmaktadır. Gene birisi (bu filmde Starling), Hannibal’a danışmak ister, gene Hannibal bu kişiyi kullanır vs. Evet, önceki filmin izinden gidiliyor ama kesinlikle önceki film her anlamda aşılıyor. Yönetmen Jonathan Demme ortaya sinirleri bozacak kadar gerilimli, zaman zaman bir hayli ürkütücü, soluksuz izlenen bir film koyuyor. Atmosferin yanı sıra karakterler de oya gibi işleniyor, önceki filmde es geçilen Hannibal’ın ve Hannibal’dan eksiği olmayan Buffalo Bill’in hakkı veriliyor. Önceki filmde sadece seri katil olarak tanıtılan ve üstünde durulmayan Hannibal’a eklemeler yapılır. Hannibal yamyam haline getirilir ve zekası daha da parlatılır, daha da korkunç bir hale getirilir. Psikolog olan Hannibal’ın terapi seanslarına da değinilir, böylelikle “doktor” kimliği de derinleştirilir. “Manhunter”da Hannibal’la ilgili yapılmayan şeyler bu filmde yapılır ve dört dörtlük bir karakter yazılır. “Manhunter”da bu rolü kabul etmeyen Anthony Hopkins bu kez rolü geri çevirmez ve kariyerinin en ürkütücü ve başarılı performansını ortaya koyar, Brian Cox’ı unutturur. Kamera onun yüzüne yaklaştığında hangimiz Hopkins’ten korkmadık ki? Jodie Foster da çaylak ajan rolünde döktürür. Julianne Moore’dan daha etkileyici bir şekilde karakteri canlandırmayı başarmıştı (ya da şöyle demek daha doğru: Moore, Foster’ın yarattığı etkiyi yaratamamıştı). “The Silence of the Lambs” iki müthiş kötü karakteri başarıyla işler dediğimiz gibi. Bir yandan Hannibal’ın ürkütücülüğü üzerinden yavaş tempolu bir gerilim ortaya konurken, diğer yandan kafayı yemiş Bill’in bu katliamları yapmasının nedenini ustaca gizleyip gerilimi katmerler. Kısacası “The Silence of the Lambs” hem önceki filmden, hem de kendisinden sonra çekilen üç filmden daha kaliteli, daha gerilimli, daha etkileyici bir film. Yönetmenin kamera hareketlerine ve açılarına da hayran kalmamak zor doğrusu.

HANNIBAL (2001): Brett Ratner’ın yeniden çevrimininden sadece bir sene önce gösterime girmişti “Hannibal”. Film, “The Silence of the Lambs”in devamı niteliğindeydi. Tabi ki kadro değişmişti, her zamanki gibi. Bu devam filmini usta yönetmen Ridley Scott çekmişti. Başrolleri de Anthony Hopkins (aksi mümkün mü!), Julianne Moore, Ray Liotta, Gary Oldman üstlenmiş, senaryoyu usta senaristler David Mamet ile Steve Zaillian kaleme almışlardı. Film “The Silence of the Lambs”in yedi yıl sonrasını anlatır. Jodie Foster’ın ajan Starling rolü bu filmde Moore’a teslim edilir. Özetle “Hannibal”, sevgili yamyamın kaçışından yedi sene sonra Starling’in hala onu bulmaya çalışmasını (Kuzuların Sessizliği’nde Starling, Hannibal’a onu aramaktan vazgeçmeyeceğini söylemişti), yamyamın da bu sıralarda İtalya’da tatil yapıp kafa dinlemesini anlatır. Filmi sevdiğimi söyleyemem. Zira Hannibal külliyatının en zayıf örneklerinden bu film. Bunu filmin başındaki aksiyon sekansından anlamak mümkün. Slow motion’ın yoğun kullanıldığı bu sekans, 70’lerin dandik aksiyon filmlerinden birisini izlediğimizi hissettiriyor. Zira gerek “Manhunter”da gerekse onu takip eden diğer filmlerde böylesi kötü aksiyonlar yoktu. Bunun yerine hapishanede gözetim altındaki bir Hannibal (ki epey zekidir), dışarıda ölüm saçan psikopat bir katil ve bu katilin peşindeki ajanlar anlatılırdı. Bu filmdeyse aksiyonun dozu arttırılıyor, psikolojik çözümlemeler, gerilimli sekanslar ve Hannibal’ın zekası güme gidiyor, ortaya klişelerle dolu bir Hollywood korku-gerilim filmi çıkıyor. Hani yamyamı tanımayan, seriyi bilmeyen birisine izletsen mide bulandırıcı korku filmlerinden birisi olarak tanımlar, geçer. Evet, diğer filmlerin aksine bu filmde Hannibal daha fazla görünüyor. Ama zekası törpülenmiş olarak. Nerede önceki filmlerdeki Hannibal, nerede buradaki. Buradaki Hannibal saçma sapan hatalar yapıyor (elini kesiyor yahu. Hannibal öyle bir şey yapar mı? Starling’e saygı duysa da kendi elini kesmez Hannibal, zaten ondan önce Starling’in kendisini kelepçelemesine fırsat vermez), zekasını hiç kullanmıyor ve sadece insanları ve kendisini kesip biçiyor. Sanki Testere filmi izliyoruz. Sorun hem senaryoda, hem de Scott’ın yönetmenliğinde. Slow motion’ın birden fazla kez kullanılması da filmin gerilimini arttırmak yerine azaltıyor, tempoyu düşürüyor. Karakterler çok zayıf, senaryo kötü, yönetmenlik kötü. Sonuçta kötü bir film.

HANNIBAL (2013): Bryan Fuller’ın showrunner’lığını üstlendiği “Hannibal” dizisi, “The Silence of the Lambs”in “prequel”i. Yani “Kuzuların Sessizliği”nde anlatılan hikayenin öncesine gidiliyor ve Dedektif Will Graham’in psikopat psikiyatr Hannibal Lecter ile dostluğuna ve Hannibal’dan eksiği olmayan katil Garret Jacob Hobbs’ı öldürdükten sonra yavaşça psikolojisinin bozulmasına odaklanıyor. Hatırlanacağı üzere “Manhunter” ve “Red Dragon”da Hobbs’tan sadece bir kez bahsedilir, Hannibal ile Will’in arkadaşlıklarına ise hiçbir filmde değinilmez. “Manhunter” ve “Red Dragon”, Hannibal’ın hapse girişinden sonrasını anlatır, diğer filmlerdeyse Will’e yer verilmediğinden bu arkadaşlığa tanık olma şansına sahip olamamıştık. “Hannibal” dizisi bu açığı kapatan bir işlev görüyor. Will’in Hannibal’ı hapse tıkma sürecindeki psikolojisine, adım adım kafayı yiyişine ve Hannibal’ın manipülasyonlarına odaklanır dizi. Tabi usta dedektif Jack Crawford da es geçilmez ve onun hikayesi de anlatılır, filmlerde pek derinleştirilemeyen bu karakter bu dizide derinleştirilmeye çalışılır, ailevi ve işle ilgili sorunlarına değinilir. “Hannibal” kaliteli bir dizi. Filmlerin izinden gidip zaman zaman bu filmlere hoş göndermeler yapar ama asıl önemli noktayı, yani karakterlerin psikolojisini yansıtmayı asla aksatmaz. Hobbs’lardan Hannibal’a, Graham’e ve Crawford’a kadar herkes derinleştirilir, karakterlerin birbirleriyle ilişkileri başarıyla anlatılır. Kimlik sorunsalına da bir o denli iyi değinir senaristler. Will’in kimliğini yitirip kimliksizleşmeye başlaması ve kaybettiği kimliğini finalde tekrar bulması, katil Hobbs’ın katil kızı Abigail’in de gerçek kimliğini yitirmesi (bir çocuktan bir katil yaratmak şeklinde özetleyebiliriz Abigail’in dönüşümünü) odak noktalarından bir tanesi. Fakat ne yazık ki dizinin kalitesini düşüren yönler de var. Mesela “haftanın olayı” şeklinde adlandırabileceğimiz farklı farklı cinayetler. Evet, bu cinayetler epey orijinal (bazı cinayetlerde filmlere göndermeler de mevcut, mesela insanların derilerini kesip o insanları meleğe benzeten katil, Kuzuların Sessizliği’ndeki Hannibal’ın bu cinayetini akla getiriyor hemen), katiller de ürkütücü ama yayınlanan 12 bölüm içerisinde Hobbs dışındaki seri katiller ve katiller derinleştirilmediler. Cinayetler de karakterlerin psikolojilerine değinilmekten fırsat bulunulmadığı için çabucak çözüldü. Genel işleyiş şu şekilde: Cinayet işlenir. Will ve Jack mekana teşrif ederler. Will katille empati kurar (filmlerin aksine burada Will sadece “şunu yaptın değil mi, o. çocuğu?” demekle kalmaz, cinayetleri aklında katilin kimliği ile işler ve böylelikle katilin neler düşündüğünü öğrenir). Katili çabucak çözer. Üç doktor aralarında saçma sapan bir konuda tartışırlar. Sonra Hannibal’a danışılır ve hop katil yakalanır. Çok basit, çok yüzeysel ve çok klasik. Aslına bakarsanız bu dizi bu haftanın olayları/cinayeti olmadan da zevk verebilir. Dileğimiz ikinci sezonun tamamı Hannibal ve başka seri katilin yakalanmaya çalışılması üzerine kurulması… Tıpkı filmlerdeki gibi. Bunlar dışında Hannibal’ın psikopatlığının, salon adamlığının, entelektüelliğinin ve insanları elinde oynatma yeteneğinin hakkı da bölümler ilerledikçe verilir. Gelelim dizinin farklı yönlerine. İlk farklılık Will’de göze çarpıyor. Filmlerde Hannibal’ın elinden ölmeden kurtulmayı başaran Will ruh sağlığında benzer bir başarıya imza atamıyordu ve kendisinin psikolojisi hızla bozuluyordu. Burada ise Will adeta delirme noktasına geliyor. 11.bölümde iyice kafayı kırıyor. Will’in bu derece sorunlu hale getirilmesi, haftanın olaylarının başarısızca işlenmesi, çok yavaş temposu ve fazla karanlık olması ile birleşince dizinin kalitesini düşürüyor kanımca. Will’in bu denli şizofrenik hale getirilmesi diziye yaramıyor. Diğer farksa gazetecinin cinsiyeti. Önceki filmlerde erkek olarak karşımıza çıkan gazeteci Lounds burada kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bu şekilde ufak tefek değişiklikler mevcut. Özetle “Hannibal” dizisinin olumlu yönleri de var, olumsuz yönleri de. Dileğimiz ikinci sezonda olumsuz yönlerin azaltılması. Performanslara da değinelim. Will rolünde Hugh Dancy oldukça iyi. Lakin çoğu zaman fazla iyi oynuyor, abartılı bir oyunculuk ortaya koyuyor. Bu da kimilerini rahatsız edebilir. Mads Mikkelsen de rolünün hakkını veriyor ve Hopkins’ten devraldığı Hannibal rolünde o da sağlam bir performans ortaya koyuyor. Ama tabi ki kimse Hopkins kadar ürkütücü olamaz. Gerçi henüz Hannibal’ın ürkütücü tarafına pek değinilmiyor.

HANNIBAL RISING: 2007 yılında gösterime giren film ne yazık ki pek de iyi eleştiriler alamamış, hatta yanlış cast seçimi yüzünden epey eleştirilmişti. Filmi bu filmden önce 2003 yılında “Girl with a Pearl Earring” filmini kotarıp sinemaya ara veren ve bu filmiyle olumlu eleştirileri toplayan İngiliz sinemacı Peter Webber yönetmişti. Senaryoyu ise “Hannibal Rising” romanının yazarı Thomas Harris kaleme almış, Hannibal rolünde Fransız aktör Gaspard Ulliel karşımıza çıkmıştı. Ona İngiliz sinemasının tanıdık isimlerinden Rhys Ifans ve Dominic West ile Çinli aktris Li Gong eşlik etmişlerdi. “Hannibal Rising”i önemli kılan en önemli şey filmin sadece Hannibal’a odaklanması. Bildiğiniz ve yukarıda sıkça belirttiğimiz üzere gerek dizide, gerekse filmlerde bu yamyam filmin merkezinde yer almaz, çocukluğu ve gençliği ise geçiştirilir. Bu filmin çıkış noktası tam da bu oluyordu. Hannibal’ı yamyam, seri katil ve psikopat yapan nedenlere değinilir. Adeta Hannibal psikolog koltuğuna yatırılır ve neden böyle bir herif haline geldiği anlaşılmaya çalışılır. Hannibal kaldığı yetimhaneden kaçıp amcasının şatosuna gelir ama amcasının vefat ettiğini öğrenir. Asyalı yengesi, Hannibal’a bakar ve ona dövüşmeyi öğretir. Artık Hannibal’ın tek bir amacı vardır. O da yıllar önce açlıktan kardeşini öldürüp yiyenlerden intikam almak. Filmi izlerken akla Batman’in gelmesi olası. Benzerliklere değinelim: Hannibal da annesini ve babasını gözlerinin önünde yitiriyor. Hannibal da büyüdükten sonra Asyalı birisinden kendisini savunmayı ve dövüşmeyi öğreniyor. Hannibal da adalet/intikam istiyor. Bunun gibi bazı benzerlikler mevcut ve film akla özellikle Christopher Nolan’ın “Batman Begins”ini getiriyor. Hannibal da “aslında gençliğine gittiğimizde Hannibal’ı sevmek ve onun bu halini kabullenmek mümkün” denilerek seyirciye benimsetilmeye çalışılıyor. Asıl sorun da burada başlıyor. Öncelikle seyircinin yıllar yılı sevmediği, hatta tiksindiği (tiksindiren birisi de etkileyici olabilir bazı yönleriyle, etkileyicilikle sevmeyi karıştırmamak gerek) bu karakter seyirciye sevdirilmeye çalışılıyor. İşlediği cinayetler, insanları vahşice öldürmesi, işkenceleri ve yamyamlığı “normalleştiriliyor”, ki bence fazlasıyla hastalıklı bir yaklaşım, ne yazık ki günümüzde kabul gören bir yaklaşım. Önceki filmlere ve diziye baktığımızda Hannibal’ın asla bu şekilde sevdirilmeye çalışılmadığını fark etmek mümkün. Ali Ercivan Beyazperde’deki(*) yazısında bu duruma değiniyor ve senarist ve yapımcıların Hannibal’a yaklaşımlarının miti parçaladığını iddia ediyor, ki kendisine katılmamak zor. Karşımızda yıllar boyunca izlediğimiz Hannibal yok, onun yerini neredeyse kutsanma noktasına getirilen birisi var. Hani biraz daha uğraşsalar Hannibal’dan gerçekten de bir “hero” çıkaracaklar. Yapılmayan bir şey mi kötü karakterin izleyene sevdirilmeye çalışılması? Ama “cani” sıfatının dahi üstünde hafif kaldığı Hannibal’da işe yaramaz. Karakterin anlaşılmaya çalışılması gerekli mi tartışılır ama “karakter neden psikopat oldu?” diye düşünürken onu haklı çıkarmaya çalışmak yanlış. Filmin diğer karakterlerinde de sorunlar var tabi ki. Hannibal’daki yüzeysellikten herkes nasibini alıyor. Önceki filmleri başarılı kılan ögeler bu filme taşınamıyor, sonuçta ortaya külliyatın en zayıf, en gereksiz ve en yanlış yapılandırılmış filmi çıkıyor. “Hannibal” filmi dahi bundan kalitelidir. Hannibal Lecter’ı kotaran Gaspard Ulliel ise kesinlikle yanlış bir seçim olarak göze çarpıyor. Adeta cast faciası…