The Lion in Winter: Her Ailenin İniş ve Çıkışları Vardır


And in the calmest and most stillest night,
With all appliances and means to boot,
Deny it to a king? Then happy low, lie down!
Uneasy lies the head that wears a crown

Krallık, kraliyet, saltanat ve saray üzerine çok eser yazıldı, çok film çekildi… Bu konuda en fazla eser veren isimlerden William Shakespeare, konunun bu kadar yazılıp, çizilmesinin ve çekilmesinin nedenini Dördüncü Henry’de çok basit bir mısra ile açıklamış:

Üstünde taç bulunan hiç bir kafa rahat duramaz!

Shakespeare başta olmak üzere yazılan tüm eserler bu rahatsızlıklar üzerine kurulur. Tacı giydiği için hedef olan ve rahatsız olanlar, tacı giyemediği için rahatsız olanlar, taç kavgalarında arada kalıp rahatsız olanlar, taht kavgalarıyla bölünüp birbirine giren rahatsız halklar, rahatsız prensler, prensesler, halefler, selefler, krallar, kraliçeler; liste uzayıp gider…

Ne yalan söyleyelim; biz de bu rahatsızlıkları izlemeyi çok severiz. Halk olarak saraylarda sefa içinde yaşayanların o kadar da rahat olmadıklarını görmek, bilinçaltımızda “Oh olsun” bağırışlarının yankılanmasına yol açar. Hala yaşayan ve saltanatını sürdüren Kraliçe II. Elizabeth’in bile hayatını izlemek sonuçta ezilenler biz, keyif ve para içinde yaşayanlar onlar olsa da mazoşist bir zevk almamızı sağlar.

Sinemada da resmi olarak adı konmamış olsa da “Saray Entrikaları” diye bir janrdan bahsetmek mümkün. Başta Shakespeare’in eserleri olmak üzere filme çekilen birçok eserde kralların ve kraliçelerin dünyasını ziyaret ediyoruz. Bazıları gerçek hikayelerden alınmış bu senaryolarda kalıplar da bellidir. Entrikayı kuran zeki ve ihtiraslı kahramanlar, bu entrikanın kurbanı olan iyi, masum ama saflar, her iki tarafa da yaranıp ortalığı karıştıran hain tipler ve eğer eser mutlu sonla bitiyorsa hem iyi, hem masum, hem zeki, hem de iki tarafın da saygı gösterdiği kahramanlar.

Bugün bahsedeceğimiz yapıt, saray entrikaları filmleri arasında belki de en farklı yere sahip olanı. Her kahramanının zeki, ihtiraslı, güçlü ve belli bir ölçüde kötü olduğu belki de tek film. 1968 yapımı James Goldman’ın aynı isimli oyunundan yönetmen Anthony Harvey tarafından sinemaya uyarlanan “The Lion in Winter”ı izleyenlere bir kez daha hatırlatmak, izlemeyenlere de tanıtmak amacındayız.

Yıl 1183… II.Henry’nin sarayındayız… Henry, tüm aileyi bir araya getiren bir Noel yemeği veriyor. Konuklar üç oğlu Richard, Geoffrey ve John, bir şatoya kapattığı karısı Kraliçe Eleanor, sarayda beraber yaşadığı metresi Alais ve o dönem İngiltere’nin elinde bulunan Fransa’nın kralı II.Philip. Philip aynı zamanda Kraliçe Eleanor’un üvey oğlu. Filmde bu yedi karakterin dışında öne çıkan herhangi biri yok.

Tüm bu karakterlerin tümü zeki, hepsinin tahtta ve başka ünvanlarda gözü var, hepsi entrika çevirmeyi iyi biliyor ve hepsinin de gözü kara.

II.Henry’yi Peter O’Toole oynuyor… Alıştığımız kibar rollerinin aksine dediğim dedik, kaba, bağıra çağıra konuşan, kafasında binbir tilki dolaştıran kurnaz bir kralı canlandırıyor. “Bütün Avrupa’yı fethedebilirdim ama hayatıma kadınlar girdi” diye ağlayacak kadar da çaresiz.

İlk kocası Fransa kralını tahtından düşürüp, boşayan ve bir yolunu bulup II.Henry’yle evlenerek tarihteki tek Fransa ve İngiltere Kraliçesi olmayı başaran 61 yaşındaki Eleanor’u yine 61 yaşındaki Katharine Hepburn oynuyor. Sık sık oğullarını kocasına karşı ayaklandırdığı ve “Eğer basit bir marangoz bile yeniden doğup peygamber oluyorsa, bu dünyada her şey mümkündür” diyecek kadar çatal dilli olduğu için Henry tarafından şatoya kapatılmış.

Kralın büyük oğlu Richard rolünde henüz genç bir rolüyle izleyebileceğiniz usta aktör Anthony Hopkins var. Bütün ordunun saygı duyduğu, pek konuşmayan, sinirli, elindeki gücün farkında olan ama kullanmak için bir türlü bir yol bulamayan prens. Kraliçenin tahta geçirmeye çalıştığı veliaht o. Tarihte onu “Aslan Yürekli Richard” olarak tanıyoruz.

Henry’nin kendisinden sonra tahta geçirmek için uğraştığı favori oğlu John’u ise Nigel Terry canlandırıyor. John, filmde en aptal gözüken ama çevirdiği entrikalarla ortalığı birbirine katan bir karakter…

Üçüncü ve ağzı en iyi laf yapan prens Geoffrey’i John Castle oynuyor. Durumu en iyi kavrayan, ona göre pozisyon almaya çalışan ama anne ve babasından destek alamadığı için tahta kendi olanaklarıyla çıkmaya çalışan prens.

Timothy Dalton’ın oynadığı Fransa Kralı Philip ve Jane Merrow’un oynadığı kralın metresi Alias da güçsüz görünseler de ortalığı birbirine katıyorlar.

Filmin karakterleri ve o karakterleri oynayan oyuncuları çok güçlü. Senaryo çok farklı bir zekanın ürünü. (James Goldman senaryoyla “Rosemary’s Baby”ye rağmen Oscar ve Altın Küre aldı). Film saray entrikasından daha çok güç ve iktidarı hicveden dev bir parodi…

Saray dediysek, köstümlü drama beklemeyin. Henüz 11.yüzyıl olduğu için bahçesinde keçilerin otladığı, kralın avluda yürürken tavukları tekmelemek zorunda olduğu bir saraydan bahsediyoruz.

Entrikalar o kadar karışık ve karakterler o kadar zeki ki Prens Geoffrey filmin en can alıcı yerinde olayı “Ben durumu biliyorum. Senin durumu bildiğini de biliyorum. Senin durumu bildiğimi bildiğini de biliyorum. Kral da durumu biliyor ve bizim bildiğimizi de biliyor. Sonuç olarak malumatfuruş bir aileyiz” cümleleriyle özetlemek zorunda kalıyor.

Kraliçe Eleanor ise bütün bir hikayeyi başlığa da taşıdığımız tek bir cümleyle anlatıveriyor: “Her ailenin iniş ve çıkışları vardır”.

Her yönüyle mükemmel diyaloglar, çarpıcı sahneler, James Bond, Out of Africa ve Dance with the Wolves gibi filmlerde dinlediğimiz sinema tarihine geçen John Barry’nin müzikleri ve mükemmel esprilerle dolu bu filmi izlemeden bu dünyadan göçüp gitmemenizi öneriyoruz.

En azından oğlu John’un “Richard’ın elinde bıçak var, dikkat et” dedikten sonra Kraliçe Elenaor’un şu sözleri bile filmi izlemek için yeterli.

“Of course he has a knife, he always has a knife, we all have knives! It’s 1183 and we’re barbarians! How clear we make it. Oh, my piglets, we are the origins of war: not history’s forces, nor the times, nor justice, nor the lack of it, nor causes, nor religions, nor ideas, nor kinds of government, nor any other thing. We are the killers. We breed wars. We carry it like syphilis inside. Dead bodies rot in field and stream because the living ones are rotten. For the love of God, can’t we love one another just a little – that’s how peace begins. We have so much to love each other for. We have such possibilities, my children. We could change the world.”

Önemli Not: Film 2002’de yeniden çevrildi. Sakın o versiyona elinizi sürmeyin.


Leave a Reply