Hollywood, Propaganda, Kathryn Bigelow: Zero Dark Thirty

“Bu ödülü, Irak’ta çarpışan 150 bin çocuğumuza, Afganistan’da çarpışan 2500 çocuğumuza ve 4500 şehidimize adıyorum” (Kathryn Bigelow)

Geçtiğimiz günlerde Hollywood’taki kadın yönetmenlerle alakalı bir yazı okudum(1). Öve öve bitirilemeyen Amerika’nın sinema sektöründe (Hollywood) dahi kadının adının olmadığı dile getiriliyordu yazıda. San Diego State Üniversitesi Kadın Araştırma Merkezi bir araştırma yapmış. Araştırmanın konusu “2012 yılında Amerika’da çekilen ve gösterime giren filmlerin kaçında kadınlar önemli bir pozisyondaydılar?” imiş. Araştırmanın sonuçları ise hiç de iç açıcı değil. Kadınların sinemadaki ağırlıkları 2011’e göre yüzde dört artmışsa da sonuç hala tatmin edici değilmiş.
zdt 1

Gösterime giren 250 filmden sadece 9’unu kadın yönetmenler kotardı. O 9 filmden bir tanesi Kathryn Bigelow’a ait. Bigelow bu erkek egemen sistemde daha önce hiçbir kadının yapamadığını yaptı ve Oscar kazandı. Oscar kazandı, bu durum beraberinde saygınlığı getirdi, yirmi senede elde edilemeyen saygınlık vasat altı bir filmle elde edildi. Şu bir gerçek ki kadınların yönetmen olarak Hollywood’ta esameleri okunmuyor. Bigelow da bunu anlamış olacak ki dümenini propagandaya kırdı ve dediğim gibi onca filmle kazanamadığı saygınlığı “The Hurt Lucker” (2008) ile elde etti.

Bigelow’un filmlerini izleyenler bu değişime şaşırmışlardır. Aslında Bigelow’un sinemasında fazla bir değişiklik yok. Kendisi kariyerinin başından beri erkek hikayeleri anlatır, aksiyon filmleri çeker. Bigelow 82’de başladığı kariyerinde dokuz film çekti. Filmlerinin başrollerini Willem Dafoe (“The Loveless”, 1982), Keanu Reeves (“Point Break”, 1991), Harrison Ford (“K-19: The Widowmaker”, 2002), Jeremy Renner (“The Hurt Locker”, 2008) gibi “erkek” aktörler üstlendi. Demem o ki Bigelow’un sinemasında fazla bir değişiklik yok. Hala aksiyon filmi çekiyor, hala erkek hikayeleri anlatıyor (burada durup son filmi “Zero Dark Thirty”nin merkezine bir kadın karakter koyup onun psikolojisine odaklandığını belirtelim. Bu da kariyeri boyunca pek yapmadığı bir şey). “The Hurt Lucker” ile başlayan bir farklılık var ki buna değinmemek olmaz: Propaganda.

Bigelow’un erkek hikayelerini anlattığından söz etmiştik. Önceki filmi “The Hurt Locker” ile bir de buna propagandayı ekledi. “The Hurt Locker”da gözüme çarpan şeylerden bir tanesi kadın karakterlerin ekran süreleri idi. Filmin afişinde adı yazılan Evangeline Lilly filmde maksimum üç dakika görünüyor. Görünüşe göre Bigelow bizim kadın yönetmenler gibi kadınları, kadınların çilelerini önemsemiyor. Bu bir eleştiri değil, sadece bir saptama (ama “Strange Days” (1995) filminde bu bir eleştiri olarak Bigelow’un karşısına çıkmıştı: “Cinsiyet ayrımcılığı yapıyorsun!”).

zdt 2

Propagandaya dönersek. Bigelow kendisine Oscar kazandıran bu filminde Irak’ta savaşan “kahraman” amerikan askerlerinin “çileleri”ne odaklanıyor. Film Akademice ödüllendirildikten sonra öve öve bitirilemedi. En çok eleştiri toplayan tarafı ise Irak halkını görmezden gelmesi. Hikaye Irak’ta geçiyor, amerikalıların Iraklılarla savaşına odaklanılıyor ama “öteki” taraf bütünüyle görmezden geliniyor. Bunlara ek olarak orayı işgal eden, tecavüz eden, katliam yapan bu askerler kahramanlık mertebesine taşınıyor, emperyalizm bir kez daha kutsanıyor. Tüm bunlar şaşırtıcı değil aslında. Asıl şaşırtıcı olan bir kadın yönetmenin böylesi bir film çekmesi. Anlıyoruz ki Bigelow artık bir Steven Spielberg (Hollywood’un en ünlü propagandacısı), bir Leni Riefenstahl (Nazi Almanyasının en ünlü propagandacısı) gibi emperyalizmi kutsayacak.  Şüphesiz bütünüyle propaganda eseri olan “The Hurt Locker”ın güçlü yanları var (görüntü yönetmenliği, bazı sekansları, sanat yönetmenliği vs), ama bütünüyle propaganda eseri olması, Arap düşmanlığını arttırmaya çalışması, İslamofobik olması filmi gözümde değersiz ve tehlikeli hale getiriyor.

Aslında Bigelow “The Hurt Locker”da Hollywood’un propaganda filmlerinden farklı bir yapıma imzasını atmıyor. Hollywood kurulduğundan beri propaganda yapan, emperyalizme hizmet eden filmlere imzasını atıyor, atmaya devam edecek. Steven Spielberg’in “Saving Private Ryan” (1998) ve diğer tüm savaş/tarihi filmleri, Michael Cimino’nun “The Deer Hunter”ı (1978), Oliver Stone’un “Platoon”u (1986), William Wyler’ın “The Best Years of Our Lives”ı (1946), Frank Capra’nın belgeselleri, Alan Parker’ın “Midnight Express”i ve daha nice filmler hep Amerikan emperyalizmini yüceltip durdular ve/veya işgal edilen ülkenin vatandaşlarını “öteki”leştirdiler, böylelikle ırkçılık yaptılar. Bigelow’un “The Hurt Lucker”ı ise propagandanın dozunu her adımda daha fazla arttırıyor. Oscar tabi ki Amerika’ya emperyalist diyen (ama finale doğru bu cesaretini yitirip “emperyalist olsa da sizleri ancak Amerika kurtarabilir” diyen) “Avatar”a değil de “Amerika büyüksün!” diyen “The Hurt Locker”a gidecekti!

Bigelow Akademi’yi çözdü. Artık sık sık karşımıza benzer filmlerle çıkacak. Bu sene karşımıza ikinci propaganda filmi “Zero Dark Thirty” ile çıktı. Değerlendirmeden önce filmle ilgili bir kaç bilgi verelim. 2011’de Amerika’nın en çok aradığı(!) terörist Usame Bin Ladin öldürülür öldürülmez Bigelow, Bin Ladin’le ilgili bir film yapmak istediğini açıklamıştı. Tepkim “Önce bir cesedi(?) soğusun, bu ne acele!” idi. Neyse film çekildi, Amerika’da aralık ayında sınırlı bir dağıtımla, Oscar adaylıkları açıklandığı daha geniş bir dağıtımla gösterime girdi. Güzel bir taktik bu. Bigelow adaylıklar alacağını biliyordu. Lakin beklentileri tam anlamıyla karşılanmadı ve kendisi Oscar’a aday gösterilmedi. Oscar’a değer vermesem de sevindirici idi bu durum. Akademi için bu işi (propagandayı) daha iyi yapan “Argo” ve Ben Affleck olduğu için Bigelow’a avucunu yalamak kaldı.zdt 3

“Zero Dark Thirty”nin “The Hurt Locker”dan tek farkı merkeze bir kadın karakterin yerleştirilmiş olması. Filmin fragmanları nete düşene dek filmin gene erkek karakterlerin çevresinde geçeceği sanılıyordu. O yüzden merkeze bir kadının yerleştirilmesi kimilerini şaşırtmıştı. Ama bu çok da önemli bir şey değil bence. Asıl önemli olan filmin verdiği mesajlar. Bigelow sadece amerikalıların değil arapların güvenliği için de endişelenen, onları korumaya ve hatta onları özgürleştirmeye çalışan(!!) amerikan askerlerini anlatmaya devam ediyor. Bu “Biz gittiğimiz yere özgürlüğümüzü de götürüyoruz” ayakları gene karşımıza çıkıyor. Buna ek olarak Bigelow işkenceyi övdükçe övüyor, gerekli olduğunu her sekansta dillendiriyor. Birtakım amaçlar uğruna Bigelow giderek insanlığını yitiriyor.

Propaganda yapan bir Hollywood filmi eleştirildiğinde hemen şu klasik cevap verilir: “Yani sonuçta bir amerikan filmi bu. Tabi ki Amerika’yı övecek”. Evet, Akademi Amerika’nın icraatlarını öven bu filmlere bayılıyor, bu filmler ödül getiriyorlar (ve anladık ki sadece Amerika’dan değil Avrupa’dan da, hatta Cannes’dan da ödül getirebiliyorlar). Ama böyle bir zorunluluk yok. Hollywood’ta Amerika’yı eleştiren filmler de çekiliyor.

Bu saçma savı geçip filmi irdelemeye başlayalım. Film 11 Eylül patlamaları gerçekleşmek üzereyken ve gerçekleştikten sonra insanların birbirleriyle diyalogları, monologları ile açılıyor. Görüntü siyah, sadece ses var. Böylelikle Bigelow ilk aşamayı (11 Eylül saldırıları) hemencecik geçip işkenceye dalıyor. İşkence sahnesiyle devam ediyor film. Kendisine “pasifist” diyen Bigelow bu sekansta elini korkak alıştırmıyor ve oradaki karaktere işkence yaptırıyor. İşkenceyi açıkça savunma cesareti Bigelow’da yok. Nereden anlıyoruz işkencenin “gerekli” olduğunu? Adamdan işkence yoluyla alınan bilgiler doğru çıktıkça filmden de “işkence gereklidir. İşkence olmazsa onca insanımızı koruyamazdık” şeklinde mesajlar çıkıyor. “İşkence gereklidir” diyen ilk yapım değil “Zero Dark Thirty” (zamanında Jack Bauer bunun çok gerekli olduğunu insanlara “kanıtlardı”). Gene de ilk yapım olmaması buna müsamaha gösterileceği anlamına gelmez. “Zero Dark Thirty” suçlu da olsa, suçsuz da olsa işkencenin gerekli olduğunu söyleyen bir film. Bunu “24” gibi haykıramaması tamamen Bigelow’un cesaretsizliğinden kaynaklanıyor.

zdt 4

 

“Zero Dark Thirty” öncülü “The Hurt Locker” gibi İslamofobik bir film. Bigelow yakaladığı her fırsatta İslam’ı kötü bir din, arapları iğrenç varlıklar, ezanı iğrenç bir ses şeklinde göstermeye devam ediyor. “The Hurt Locker”dan farklı bir şey yapmıyor yani. Film izlendiğinde fark edilecek ki aslında filmde bir hayli gereksiz plan, gereksiz sekanslar mevcut. Bu sekansların filme dahil edilmesinin nedeni ise “kesmeye kıyamamak” gibi şirin nedenlerden veya “hikaye için gerekli” gibi saçma nedenlerden değil de tam da bu düşmanlıktan kaynaklanıyor. Nedense bu gereksiz sekansların hepsinde bu düşmanlığa rastlamak mümkün oluyor. Elleriyle yemek yiyen araplar, birbirlerini satmaya dünden razı araplar, “Pakistan boktan bir yer” (kimin yüzünden boktan bir yer acaba? Sizin yüzünüzden olmasın) cümleleri, ezan okunmaya başlandığında (ki burada ezan alenen yanlış okunmaktadır) uykusu bölünen Maya’nın yüzündeki “bir kapa çeneni de uyuyayım” ifadesi ve ezan devam ederken bir adamı canlı bomba yapan iki adamın gösterilmesi, kameraya alınan bütün arapların çirkin olmaları, kameraya alınan tüm ABD’lilerin karizma, seksi olmaları ve daha onlarcası… Tüm bu sekanslardan düşmanlık yayılıyor, nefreti hissedebiliyoruz. Bigelow’un nefretini. O yüzden tehlikeli bir film “Zero Dark Thirty”.

Sembolizmi de kullanmaya çabalıyor Bigelow. Ama bunu dahi eline yüzüne bulaştırıyor, en kıytırık sembolleri kullanıyor. Nedir o? İçeride ellerinden asılmış araba işkence yapmak için asker kapıyı açar ve arkasının bembeyaz olduğunu görürüz. Hayır, güneşten değil bunun sebebi. Bigelow adeta bu sekansla Amerikan askerini kahramanlaştırmanın da ötesine geçip melekleştiriyor. Cennetten geldi, hepimizi kurtaracak! Bunu bir kaç kez, kör gözüm şeklinde yapıyor. Bunun dışında öylesine gülünç söylemleri var ki filmin gülmemek elde değil. Maya bir meslektaşıyla konuşurken “Benim ölmememin bir nedeni var. Canımın bağışlanmasının nedeni bu işi (Bin Ladin’i öldürmek) için seçilmiş olmam” diyebiliyor. Hayır, asıl sorun Maya gibi balataları sıyırmış bir kadının söylemesi değil. Mark Boal (senarist) ve Katheryn Bigelow’un buna inanmaları, seyirciyi de inandırmak istemeleri. Bigelow Bin Ladin’i öldürenler için “seçilmiş kişiler” diyebiliyor. Adeta onları peygamberleştiriyor.

Film başlarken tamamen gerçekler anlatıldığı özenle vurgulanıyor. Ama nedense Amerika’nın beceriksizlikleri hep özenle saklanıyor, filme dahil edilmiyor. Bigelow belgesele yaklaşan bir film yapmak istemiş, filmin her anından belli oluyor bu durum. Ama enteresan ki belgeseli belgesel yapan gerçeklerin üstüne çizik atmayı da beceriyor senaristiyle beraber. Örnek mi? Filmde gerçekleşen beş-altı patlamanın sorumluları hep teröristler. Bu patlamalarda hep batılılar ölüyor, hep batılıların kaldıkları yerlerde bombalar patlıyor. Ama Amerika’nın büyük bir keyifle patlattığı yerler, öldürdüğü insanlar özenle saklanıyor yönetmen tarafından. Hatta Bigelow yalan söylemeye ve gerçekleri eğip bükmeye öyle alışmış ki karakterlerden birisine (Mark Strong’un canlandırdığı patron) “2000’de, 2001’de, 80’lerde hep bizi vurdular. Karadan vurdular, havadan vurdular. Hep bizi öldürdüler” dedirtebiliyor. Evet, ABD hep mazlum, Doğu hep şeytan! Bigelow hiçbir şekilde Amerika’yı eleştirmeye yeltenmiyor. Özenle koruyor Amerika’yı. Filmdeki her bir ajanı, her bir askeri kutsadıkça kutsuyor. Yetmeyince onları peygamberleştiriyor. Bigelow iyice kafayı sıyırıyor!

Filmin diğer sorunu en hukuksuz, en adaletsiz vakalardan birisi olan Usame Bin Ladin’in katlini övüp durması. Bigelow bu katliamı görkemleştirerek aslında ABD’nin hukuksuzluklarını, adaletsizliklerini övüyor. Adalet en azılı katile dahi gerekli. Amerika da her daim bu yönüyle övünür. En adaletli ülkelerden bir tanesiyiz şeklinde övünüp durur Amerika. Ama aslında utanç duyması gerek. Bin Ladin gibi azılı bir katilin dahi yargılanmaya hakkı vardı. Ama Amerika bunu onun elinden aldı. Bigelow da bu hukuksuzluğu yüceltti.zdt 5

Filmi vasat kılan diğer nedenlerse senaryosunun fazlasıyla dağınık olması. 2 saat 36 dakika süren film sürekli bir zamandan başka bir zamana atlıyor. Önemli olabilecek olayları kısa kesiyor, önemsiz olayları uzatıyor, ikide bir bir yıldan başka bir yıla geçiyor. Adeta daldan dala atlıyor. Senaryonun hızlıca yazıldığı, olaylar ve olayların gelişimi üzerine pek düşünülmediği, Bin Ladin’in ölümü gündemden düşmeden filmin yetiştirilmeye çalışıldığı her yerinden belli oluyor. Karakterleri tanıtmakla dahi uğraşmıyor Bigelow. Jessica Chastain’in hayat verdiği Maya’nın yaratımında dahi sorunlar var. Film başladıktan iki dakika sonra Maya’yı görürüz. Araba işkence yapıldığı şehre yeni gelmiştir, yapılan işkenceleri izlemektedir. Ama buna istekli olduğu söylenemez. Adeta orada olmaktan nefret etmektedir. Film ilerledikçe Maya’nın takıntılı, asosyal, tek bir arkadaşı dahi olmayan birisi olduğunu öğreniriz. Tabi film ilerleyip işkencelere tanık oldukça psikolojisi zedelenir. Sonra hiç muhabbet etmediği, sadece işte bir kaç kere tartıştığı meslektaşı (Jennifer Ehle) bir patlamada ölür ve Maya değişir. İşkencelere katlanamayan Maya birden işkence yaptırmaya, bunu izlerken rahatsız olmamaya başlar. Hiç tanımadığı, sadece bir kere muhabbet ettiği bir kişinin ölümü Maya’yı bu denli değiştirirken film de zedeleniyor karakter anlatımında.

Son kertede… “Zero Dark Thirty” emperyalizmi, Amerikan askerlerini kutsayan, işkenceyi gerekli gören, İslamofobik, Arapları kötüleştiren, tarihe tek bir pencereden bakan, yalan söyleyen, dolayısıyla gerçekçi olamayan, kurgusu oldukça kötü olan bir film.

 

Kaynakça:

(1) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1118398&CategoryID=41

(2) http://www.sanatlog.com/kategori/sinema/page/2/


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın