Hugo: Sinemanın Büyüsü Gururla Sunar

Sinema büyülü bir sahnedir. Bu büyüyü değerli sinemacılar ve ekipleri gerçek kılar. Küçük bir çocukken, sinemalar insanlara o büyüleyici atmosferlerini tattırdıklarında, o çocuğun vizyonu şekillenmeye başlar. Kimileri sinemaya bağlanıp bunun üzerinden yürürken, kimileri de hobi olarak devam ederler. İşte bu tutku belki de insanların hayatının şekillenmesine yol açar. Günümüzde bu işle uğraşan usta ya da değil tüm yönetmenlerin içlerinde yaşayan bu sinema sevgisi sayesinde bu günlere geldiler. Bu yüzden de ilk filmleri yapan insanlara teşekkür borçlu olduklarını hissederler.

Martin Scorsese de bu bağlamdan yola çıkarak, minnetini perdeye yansıtarak saygı duruşu denilebilecek bir şekilde “Hugo”, uzun ismiyle “The Invention of Hugo Cabret”i sinemaya yansıttı. Aslında eskiden 3D teknolojisi yoktu. Bu yüzden film iki boyutlu yapılabilirdi. Ancak günümüzde 3D filmler, seyirciye daha çok ulaştığı için olsa gerek, bu hikâyeyi daha çok seyirciye ulaştırmak istedi.

Bizleri bir sinema tarihi yolculuğuna çıkarırken, diğer yandan da bazen gözden kaçırdığımız büyülü kareleri tekrar görebilmemizi sağladı. Hugo bu bağlamda bizlere sinemayı sevdiren bu ilk ustaları büyük bir saygıyla hatırlamamız için imkan tanıyor. Ne de olsa onlar olmasaydı, sinema olmazdı…

Hugo Martin Scorsese

Filmi izlemeden önce herkesin ilk izlenimlerinde aynı ifade yer alıyordu ve aynı soruları soruyorlardı: “Bu bir çocuk filmi mi?” Cevap kısmen evet denilebilir. Çünkü filmin genel içeriğinde geçmişe bir yolculuğa bilet kazanıyorsunuz. Belki de daha önceden izlediğiniz şeylerin, sinemaya renkli yansımasına şahit oluyorsunuz. Sizi çocukluğunuza, belki de gençliğinize götürüyor. Ama peşin hükümlü davranırsanız, filmin bir çocuk filminden çok bizleri yani seyircileri anlattığını anlayamazsınız. Scorsese bu deneyimi bu yüzden herkesin bakabileceği bir açıdan ele almaya çabalamıştı. Her insan sinemaya ilk önce izleyici olarak başlar.

Peki bu deneyimin konusu nelerden bahsediyordu? Kısaca açıklamak gerekirse şöyle bir açıklama yapılabilir. İstasyonda yaşayan bir çocuk var. Adı Hugo Cabret… Bu çocuğun tek hedefi var. Babasından kalan otomaton adı verilen ilk robotlardan birini çalıştırmak. Bu yüzden de yedek parçalara ihtiyaç duyuyor. Babadan kalma bir iş olan saatçiliği icra ederken, bir şeyleri tamir etmek onun hayattaki amacını temsil ediyor. İstasyonda yaşamaya çalışan bu çocuğun yedek parçaları temin etmek için gözüne kestirdiği bir oyuncakçı dükkanı var. Bu dükkândan çeşitli parçalar yürüterek robota hayat verme derdinde olduğundan, orası onun uğrak yerlerinden biri olarak konumlanıyor. Ancak bir seferinde tam bir oyuncağı yürütecekken yakalanıyor. Bunun üzerine çaldıkları karşılığında dükkanda çalışması gerekiyor. Bu dükkanda çalışması da ona yeni bir dünyayı aralıyor.Hugo54

Çok da fazla detaya girmeden filmin konusu ancak bu kadar özetlenebilir. Filmin yapısı içinde karakterlerin çokluğu dikkat çekiyor. Özellikle de filmin büyük bir çoğunluğunun bir tren istasyonunda geçtiğini düşünürsek; dükkan sahipleri, görevliler ve oraya gelen insanlarla kalabalık bir oyuncu kadrosunu hayal etmek çok zor değil.

Bu kadroda belli başlı karakterler öne çıkıyorlar. Usta oyuncular tek tek yan karakterler olarak görücüye çıkıyorlar. Christopher Lee kitapçı olarak, Emily Mortimer çiçekçi, Sacha Baron Cohen istasyon şefi, Ben Kingsley oyuncakçı, Frances de la Tour pastaneci, Jude Law baba rolünde, Ray Winstone Hugo’nun amcası olan saatçi rolünde seyircileri selamlıyorlar. İşte bu noktada Martin Scorsese gibi bir yönetmenin böylesi insan ruhuna hitap eden bir öyküyü, ancak bu kadar göz kamaştıran bir oyuncu kadrosuna emanet edebileceğini anlıyoruz.

Baş roldeki çocuk oyuncu Asa Butterfield kocaman mavi gözleriyle yönetmenlerin hayali olan dokunaklı yüz ifadesini bunca usta oyuncunun yanında keşfedilmeye bekleyen oyunculuğunu tüm ürkekliğiyle sergilediğini fark ediyoruz. Ona eşlik eden güzel kız, Kick Ass ile özellikle çıkışa geçen ve bu filmde biraz daha büyüdüğünü fark ettiğimiz Chloe Grace Moretz filmin masumiyet temsillerinden biri olarak dikkat çekiyor. Hatta öyle ki, bu kadar geniş bir kadronun içinde bu iki ufaklık bir nevi gelecek kariyerlerini inşa etmek adına, okul gibi bir filmin içinde endamlarını gösteriyorlar. O dönemin maceracı ve yeniliğe aç tavrını bu oyuncularda buluyoruz. Keşfetmeye olan tutku, karakterlerin ruhlarını sarmış durumda filmdeki karakterlerine hayat veriyor. Artık onlar sadece oyuncular değil, peliküllerdeki sihir tozunun bir parçası haline geliyorlar.

hugo_05

Hugo, günümüzde de pek çok kez uygulanan üç boyut teknolojisine deyim yerindeyse çağ atlatıyor. Bir filmi 3D yapınca filmin güzelleşmediğini, tam tersi üç boyut doğru kullanıldığında sinemaya katkı yapabileceğini bizlere göstermeye çalışıyor. Üç boyut teknolojisi son yıllarda kullanılan en görkemli haliyle bizleri karşılıyor. Amaç ille belli parçaları insanın gözüne sokmak olarak kullanılmamış, tam tersine hikâye anlatımına katkıda bulunsun diye kullanılıyor. Sinema dünyasında gezintiye çıkarken, bir nevi 3D şekilde de büyülenmeniz hedeflenmiş gibi. Bu yüzden de Avatar’dan beri ilk defa 3D seyirciyi rahatsız etmiyor.

Hugo, Scorsese gibi bir yönetmenin çocukluğuna dair ağıt gibi bir film denilebilir. Sinema sanatının en büyük ustalarından George Melies adanmış bir film… Melies öyle bir adam ki, kamera sadece bir görüntüleme aracı olarak kullanılıyorken, o sinemayı günümüzdeki anlamındaki telaffuzuna ulaştıran bir avuç insandan biri olarak saygıyı sonuna kadar hak ediyor. Özellikle tiyatrodan sinemaya geçiş sürecindeki sancıları sonuna kadar yaşamış bu figürün hayatından kesitler sunarak, Hollywood’un ve temel sinemanın köklerine dair saygı duruşu niteliğinde bir başyapıt olarak sinema tarihine adını yazdırıyor.

Hugo bir anlamda insanlara şu mesajı veriyor. Geçmiş geleceği şekillendirendir. Geçmişi unutamayız. O cesur insanları hatırlamalıyız ki, onlara olan şükran borcumuzu en layıkıyla ödeyelim. Sonuçta onlar olmasaydı, o çok sevdiğimiz sinemada bugünkü haline gelemezdi. Saf sinema, yedinci sanatın ruhumuza dokunan en kıymetli değeri diyebiliriz. Melies de o değerlerden biri. Tıpkı diğer emekçileri gibi. Bu yüzden Hugo bu referansların izinden giderek Scorsese’nin en saf haline giden sinema bileti kadar değerli bir örnek oluyor. Büyünün kendi dokusuna kapılıyoruz.

Sinema da bu değil midir zaten? Kendi hikâyelerimizi, başkalarının hayatlarında görmek ya da hiç görmediğiniz birisinin yaşadıklarını kendi içinizde hissetmek… Büyü dediğimiz şey budur. Aklımıza kazınan şeyler budur. Scorsese de bunu bizlere sunmaya çalışır. Küçük bir çocukken inanırsanız, o çocuğun hedefleri hep sizi hedefe ulaşana kadar taşır.

Hugo sinemayı yeniden keşfetmeniz için bir neden olabilir. Çünkü tarihte yapılan yolculuk belki de kendinizi bulmaya yarar. Hikâye anlatmaya çalışan bir sinema… Belki de özlenen şeylerden biri de budur…

Büyüyü sinemanın tarihinde dolaşırken yakalayın…

“Hugo”da yakalayın.

Yorum Gönderin