I Was, I Am, I Will Be: Ben İdim, Sensin, Biz Olacağız

İstanbul Film Festivali’nin altıncı gününde, Almanya’da yaşayan İlker Çatak’ın I Was, I Am, I Will Be adlı filmi gösterime girdi.

Türkçeye Söz Senettir adıyla çevrilen film, seyirciyi yormadan ve en önemlisi didaktik olmadan, kısıtlı hikayesini gayet başarılı bir biçimde izleyiciye sunuyor.

Marmaris ve Almanya’da geçen bu film, Baran karakteri üzerinden mülteci konusunu temel alarak, hikayesini sade ve anlaşılır bir biçimde ortaya koyuyor. Yer yer toplumsal sorunlara değinen bu filmin en büyük başarısı, duygu sömürüsüne çok açık olmasına rağmen yönetmenin tercihleri sayesinde, bu hataya hiç düşmemesi… Bu tarz ırkçılık, mülteci ve bilumum öteki kavramı üzerine yapılmış birçok film, didaktik olma ve duygu sömürüsüne başvurmadan hikayesini anlatmayı pek beceremiyor. İlker Çatak’ın bizlere sunduğu bu yapım, anlatım dili, gerçekçiliği ve doğallığı ile gayet iyi bir film olmayı başarıyor.

Filmin hikayesinden ötürü, çok az repliği olan karakter bulunuyor. Bu tarz filmler, özellikle de 2 saat gibi uzun süren yapımlar, belli bir noktadan sonra akmamaya, seyirciyi merak ettirmemeye ve sıkıcı olmaya başlayabiliyor. Söz Senettir filmi, süresine ve anlattığı hikayeye göre gayet akıcı ve merak duygusunu diri tutmayı başaran bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Baran’ın neler yapabileceği, hayatını düzene oturtup, oturtamayacağını ve Marion ile aralarındaki ilişkinin akıbetini son ana kadar merak ediyoruz.

Filmi genel olarak beğensem de Marion’un, Baran’a telefon numarasını verdiği sahneyi pek beğenemedim. Çok çabuk olduğunu düşünüyorum. Henüz iki kez gördüğü, zorla odasına girdiği ve evlenme teklifi aldığı bir kişiye, numarasını bu derece çabuk verebilmesi beni pek tatmin etmedi. Keşke birkaç gün Marmaris’te birlikte biraz zaman geçirebilselerdi. Bu birlikte geçirilen zaman, cinsel anlamdan çok, daha arkadaş canlısı bir ortam eşliğinde olsaydı ve bunun ardından Marion telefon numarasını verseydi, açıkçası beni daha mutlu ederdi. Filmin kilit noktalarından biri olan bu sahne, bana pek inandırıcı gelmedi.

Almanya’da birlikte geçirdikleri, Baran ve Marion’un daha fazla yakınlaştığı, birbirlerini daha iyi anlamaya başladıkları süreç, komik ve gerçekçi bir biçimde aktarılmış. Lakin Baran’ın bisiklet çalıp, onları satması, bana fazla cahilce geldi. Baran karakteri saf ve cahil bir karakter kesinlikle değil. Sadece biraz fevri. Zor şartlarda Almanya’ya gelebilmesi ve Almanya’da kalabilmesi adına 3 yıl boyunca başının belaya girmemesi gerekiyor. Bisiklet hırsızlığı bu riske almaya değer mi? Bana bu sahneler de biraz abartı geldi.

Filmin sonlarına doğru Baran, ‘hırsızlık’ ithamıyla bir inceleme süreci geçiriyor. Baran’ın bisiklet ve alet çantasını çaldığını biz seyirciler biliyoruz. Bir de bu açıdan bakınca bisiklet hırsızlığı yapmaması, bana daha uygun bir hareket gibi geliyor. En azından ırkçılık mevzusunun, daha sert bir anlatımla bizlere sunulabilme fırsatını doğmuş olurdu. Çünkü Baran’ın valizleri karıştırmadığını ve içinden bir şeyler çalmadığını biz seyirciler biliyoruz, en azından öyle düşünüyoruz. Lakin bisiklet çaldığını bildiğimizden, Baran’a yapılan ırkçı söylemleri ciddiye alamıyoruz. Valizleri karıştırmadığını bilmemiz, Baran’ın hırsız olduğu gerçeğini maalesef değiştirmiyor. Yakalanmadığı için Baran’a hırsız değil diyemeyiz. Bisikletleri çalmasaydı, havaalanındaki valiz olayları patlak verdiğinde, biz izleyiciler Baran’a yapılan muameleyi, ırkçı bir söylem olarak algılayabilirdik.

Filmin sonunda Türkiye’ye gelen Baran, havaalanında şef olarak işe başlıyor. Bu sahnede de ufak “Türkiye’deki sektörlerin ne denli vasıfsız insanlarla dolu olduğu eleştirisini hissettim. 18 ay çalıştığı Almanya’da yükselemeyen Baran, Türkiye’ye gelir gelmez, şef olarak işe başlayabiliyor.

Baran ve Marion’un arasındaki ilişkinin ne olacağı ucu açık bir biçimde sonlandı. Seyircinin yorumuna bırakılan bu son, bana göre ikilinin bağlarının kopmadığını ve ileride tekrar, bir şekilde, biraraya geleceklerini gösteriyor.

Yukarıda bahsettiğim iki sahne dışında filmi çok beğendim. Oyunculuklar, hikayenin naifliği, diyaloglar, her şey olması gerektiği gibi sade ve anlaşılır. Özellikle Baran karakterine hayat veren Oğulcan Arman Uslu, ilk filmi olmasına rağmen gayet iyi bir performans sergiliyor. Duygu değişiminin yaşandığı anları, ustaca bir performansla bizlere sunuyor. Marion karakterini canlandıran Anne Ratte-Polle ve Baran arasındaki uyum da cast seçiminin ne denli başarılı olduğunu gözler önüne seriyor.

Filmin iki kilit noktasında benim beğenemediğim bir anlatım tercihi olsa da filmi gayet izlenilebilir buldum. Filme Puanım 70/100.

Yorum Gönderin