Bazen herşey ters gider… Hayatınızı adadığınız mesleğinizin veya büyük bir aşkla sarıldığınız sanatınızın, kimsenin gözünde değeri yoktur. Üstüne bir yaşam kurduğunuz tüm değerler başkalarının hayat mücadelelerinin oluşturduğu o azgın nehirde sürüklenip gözden kaybolur. “İşte bu hayatımın dönüm noktası olacak” dediğiniz her an, hayalkırıklıklarıyla dolar.
Filmler çoğunlukla bize epik yaşamları, kaybetse bile görkemli kaybedenleri, ölse bile ulvi bir amaç için kendini feda edenleri gösterir. Çok azı bize hayat dediğimiz bok yığınının içindeki değersizleşen yaşamları samimiyetle, hiçbir süse gerek duymadan anlatır. Zaten çok az yönetmen sıradan kaybedenlerin öykülerini yaşadıkları zamanın ruhuna yapıştırarak anlatma ve irdeleme cesaretine sahip. Çok az yönetmen sinemaya “Kendimi iyi hissedeyim, izlediğim hikayeden dersler çıkarayım, birşeyler öğreneyim” diye gelen kitlelere “Siktir edin şimdi onları… Bak böyle adamlar da yaşadı yeryüzünde” diyerek farklı hikayeler anlatabiliyor. Coen Biraderler, karda yürümek zorunda kalan, çorapları ıslanan, kafasında binbir dert varken soğuktan donmuş ayaklarını hissetmeye çalışan Llewyn Davis’in yaşadıklarını yine özenle inşa edilmiş, her sinemacının kuramayacağı bir atmosfer içinde seyirciye sunuyor.
Llewyn, Lebowski gibi görkemli veya sevimli bir kaybeden değil… Özdeşleştirebileceğimiz, empati kurabileceğimiz yönleri çok az. Hayatına girdiği herkese acı, keder ve dert getiriyor. Varoluşu hem kendi, hem de tanıdığı herkes için yük. İçindeki her olumlu duygu, her çaba, her umut, sevdiklerine, değer verdiklerine açı çektiren işkencelere dönüşüyor. Müzik tarihi yeniden yazılırken, folk ve blues şehvetli bir sevişmeyle rock’n’roll’a hamile kalırken, gitarla tıngırdatılan üç-beş ölçü üzerine serpiştirilen en hasından edebiyat milyonların bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra söyleyeceği marşlara dönüşürken, Bob Dylan elektro-gitarı eline almak üzereyken Llewyn Davis’in tüm yeteneğinin ve benliğinin tarihin dışında kalmasına, kapının önüne konmasına, kendi özüne yabancılaşmasına tanık oluyoruz film boyunca… Llewyn Davis, anlaşılmak istiyor ama ne anlattığından, ne söylediğinden kendisi bile emin değil.
Coen Biraderler’in sinematik yeteneklerinin başında gelen neredeyse elle dokunulabilecek kadar gerçek karakterler yaratabilme başarısı Llewyn Davis ile bir kez daha kendini gösteriyor. Ama Davis, kendi yaşamınızdaki gerçek insanlarla özdeşleştirebileceğiniz bir kişilik değil. Llewyn Davis’i ancak zar zor hatırladığınız, eş-dost sohbetinde konusu geçtiğinde adını anımsayamadığınız, unuttuğunuz, hafızanızın kilerine kaldırdığınız tanıdıklarınıza benzetebiliyorsunuz. Hayatınıza bırakabileceği en kalıcı iz “Ya, ne oldu ona ya, iyi çocuktu ama biraz sorunluydu” şeklinde iki-üç sayıklama olabilecek bir tip.
Hayatı ciddiye almamayı çok ciddiye alan Davis, film boyunca bir zamanlar sevdiği kadını hamile bıraktığını, kürtaj yaptırdığını düşündüğü bir başka kadının çocuklarını doğurduğunu, huzurevinden ölümü bekleyen babasının kötü haberlerini ve bok kokusunu, ailesinden geriye kalan tek parça olan kızkardeşinin uyarılarını duyuyor, yaşıyor, görüyor ama hissedemiyor, içselleştiremiyor. Ciddiye aldığı, üzüldüğü tek şeyin beraber müzik yaptıkları ve hayatına yanlış köprüde son veren arkadaşının ölümü olduğunu, hayatının o olayda takılıp kaldığını, ilerleyemediğini görüyoruz. Yaptığı müziği bile pek ciddiye almıyor. Müzikle ilgili umutları tükendiğinde kaçıp gitmeyi tercih ediyor ama onu bile beceremiyor. Varlığı kendi benliğine ayağındaki ıslak çoraplar gibi rahatsızlık veriyor.
Inside LLewyn Davis bir dönem filmi ama o dönemin en büyük ismi sadece finalde fon müziği olsun diye sahneye çıkıyor. Bir müzik filmi ama film boyunca kulağımızın pasını silen folk şaheserleri filmin en ilginç karakteri tarafından “Biz jazz yaparken tüm notaları çalıyoruz. Siz üç dört ölçünün üzerine inliyorsunuz” mealindeki sözlerle yerin dibine sokuluyor. Bir aşk filmi ama filmdeki tüm aşk hikayeleri bitmiş veya uzatmaları oynuyor. Bir “kaybedenler” filmi ama kaybedenlere üzülmenize bile engel oluyor. Çok güçlü bir senaryoya sahip bir film ama ona yakın insan hikayesi içinde kendinizi özdeşleştirebileceğiniz, hikayesini gerçekten merak ettiğiniz, önemsediğiniz ve filmin sonunda üzüldüğünüz tek karakter bir kedi.
Inside Llewyn Davis her yönüyle bir başyapıt. Ve başyapıt olmayı tek bir iddialı söz söylemeden, senaryo kıvraklıklarına gerek duymadan, epik sahnelere yer vermeden, duygu sömürmeden başaran belki de tek film.
Yazının sonunu da şöyle bağlayalım:
Filmin ne anlattığını, ne hissettirdiğini sadece ve sadece karda yürüyüp ayakları sırılsıklam olanlar ve kendini hayatının farklı dönemlerinde bombok hissedenler anlayabilir.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.