Invisible Man, The Men, Gentlemen ve Daha Fazlası Üzerine…

Karantina altında olduğumuz, evden çıkmaya korktuğumuz şu günlerde günü film izleyerek geçirmek karantinaya katlanabilmenin en önemli yolu benim için. Salgın yayılmaya başladığında fırsat buldukça film izliyorum. Bu sayede bu yılın filmlerinden Birds of Prey, The Gentlemen, Vivarium, The Invisible Man, The Platform, The Way Back, geçen yılın filmlerinden J’accuse, klasik filmlerden de The Men ve Cary Grant’li üç filmi izledim. İzlemek yetmeyince bu filmlerden bazılarını ve filmlerin ortak yanlarını kısa bir seçkiyle irdelemek istedim.

THE INVISIBLE MAN (2020): Leigh Whannel daha önce pek çok kez sinemaya uyarlanan Görünmez Adam romanını bu kez gerçekten de farklı bir şekilde uyarlamanın yolunu bulmuş. Daha önce pek çok uyarlamada romandaki gibi çılgın bilim adamının görünmezliği bulmasına ve sonrasında girdiği çatışmalara odaklanılırken Whannel bir uyarlamada daha bunu tekrar etmek yerine öyküye kadına yönelik şiddeti koyup bir kadının hayatı için görünmeyen, istismarcı kocasıyla (Oliver Jackson-Cohen) mücadele etmesini, özgürleşme ve kendine güvenme sürecini işliyor. Yeni uyarlamanın romanla bağı çok ince. Sadece ana fikri almış Whannel. Metoo sonrasında stüdyoların işlemeyi çok sevdiği konuları göze sokmadan, slogana kaçmadan işlemeyi başarmış. Peki film iyi mi? Şahsen filmi denildiği kadar başarılı bulmadım. Onlarca mantık hatasıyla dolan filmin aksiyon sahneleri de Upgrade‘in yönetmeninden beklenecek denli iyi değil. Yani Whannel önceki filmi Upgrade‘te daha iyi aksiyon ve silahlı çatışma sahnelerine imzasını atmıştı. Açıkçası 1933 çıkışlı ilk uyarlama, Whannel’in bu filminden daha iyi aksiyon sahnelerine sahip. Öte yandan Whannel’in Cecilia (Elisabeth Moss) dışındaki hiçbir karakterini derinleştirme, tanıtma zahmetine girmemesi, tüm karakterleri tek sıfatlı karikatürlere dönüştürmesi filmin bir diğer sorunu. ‘Görünmez adam’ Adrian’ın manyaklığına dair de hiçbir açıklama yapılmıyor. Filmin en büyük sorunu da bir aksiyon sahnesinden bir başkasına geçip durması. Arada soluklandığı anlarda da karakterleri inşa etmeyi başaramıyor. Zaten Whannel karakter derinliğiyle falan uğraşmayacağını daha filmin açılış sahnesinde hissettiriyordu. Velhasıl neticede iyi bir çıkış noktası olsa da bu yeni uyarlama da vasatı aşamıyor. Bu arada Moss yer yer çok iyiyken yer yer de abartılı oynayarak dengesiz bir performans ortaya koymuş…

THE MEN (1950): Daha önce A Man For All Seasons, High Noon, From Here to Eternity, The Day of the Jackal, The Sundowners ve Act of Violence filmlerini izlediğim nevi şahsına münhasır usta yönetmen Fred Zinnemann‘ın The Men adlı filmini yıllardır listemde tutuyordum tutmasına da bir türlü izleyememiştim filmi. Marlon Brando‘nun okuldan mezun olur olmaz yer aldığı bu film, Stanley Kramer‘in (bir başka usta yönetmen) yapımcılığında çekilmiş. Brando romantik komedilerle, yakışıklı bir adamın esas kızla aşkını işleyen bir filmle kariyerine başlamak yerine savaştayken sakatlanan bir gaziyi oynamayı tercih etmiş, iyi de etmiş. Daha ilk filminde hem ileride neler yapacağına dair bir fikir veriyor, hem de iyi bir performans ortaya koyuyor. Zinnemann’ın bu filmi genelde tek mekânda, hastahanede geçip gazilerin, özellikle de Ken’in (Brando), sakatlıkla yüzleşme ve iyileşme çabalarına ve birbirleriyle arkadaşlıklarına odaklanıyor. Ama açıkçası bu film belki de aynı öyküyü aradan geçen 80 yılda binlerce kez izlediğimiz için pek etkileyemiyor. Yani Ken’in nişanlısı Ellen’ın (Teresa Wright) tereddütleri, Ellen’ın ailesinin evliliğe karşı çıkması, Ken’in Ellen’ı kendisinden uzaklaştırma çabası gibi temalar çok işlendiğinden, biraz da hızlı geçilip kötü bir müzikle harmanlandığından etkileyemiyor. Zinnemann’ın filmi zaman zaman da bir kamu spotuna dönmekten, didaktikleşmekten kurtulamamış. Gene de Brando için şans verilebilir.

THE GENTLEMEN (2020): İngiliz mizahını ilk dönem filmlerinde çok iyi işleyen, ilginç ve epey eğlenceli karakterler yaratıp bu karakterlerin çatışmalarını sağlam bir kurguyla anlatan Guy Ritchie yıllardır yaptığı büyük bütçeli filmlere ara verip sadece 30 milyon dolara mal olan The Gentlemen‘la çıktı karşımıza. Büyük bütçeli filmlerinde mizahından ve kurgusundan (bakınız) taviz vermese de İngiliz gangsterleri 2008 çıkışlı RocknRolla‘dan beri işlemeyen Ritchie bu yeni filmini köklerine dönüş projesi olarak inşa etmiş. Ama bu kez mizahını es geçip biraz daha ciddi bir işe soyunmuş. Şüphesiz halen mizah var, Ritchie mizahtan tamamen kopamaz (bence), ama bu mizah da sürekli gay espriler üzerinden ilerletilmeye çalışılıyor. Bir süre sonra kendisini tekrar etmekten kurtulamıyor, hep aynı esprileri yapıp duruyor. Öte yandan filmin eksileri arasına öyküyü en klişe twistlerle (sürprizlerle) doldurması da eklenebilir. Ritchie’nin ilk dönem filmlerinde de twistler vardı ama bunlar izleyiciyi gerçekten şaşırtıyordu. Bu kez ise geleceği belli olan pek çok twist mevcut filmde. Aslında ortada formüllerden kurtulamamış bir senaryo mevcut. Filmin kötülerinin en klişe kötüler olmaları da cabası (öyle ki kötü Çinli karakter Dry Eye (Henry Golding) tecavüze bile yelteniyor). Ha klişe demişken, Ritchie deux machina denen meretten sıkça yararlanıyor bu filminde, özellikle Michael’ın (Matthew McConaughey) her seferinde dört ayak üzerine düşmesi… Gene de Ritchie filmini (bence) izlenir kılabilmiş. Ama araya bir şarkı klibi atmasa daha iyi olurdu. The Gentlemen, Ritchie’nin önceki filmi Aladdin‘den daha iyi ama en nihayetinde Snatch‘in seviyesine ulaşamıyor.

CARY GRANT’Lİ ROM-KOMLAR: Hollywood’un altın çağının yıldızlarından olan Cary Grant gençliğinden kariyerinin sonuna dek romantik komedilerde rol alarak kendisine ilginç bir filmografi inşa etti. Grant komedi ve romantik komedi filmlerinde sıklıkla rol aldı. Öyle ki artık bu tür için yaşlı kaldığını, genç hanımların yanında yaşından dolayı sırıttığını fark ettiğinde (1966) sinemadan elini eteğini çekivermiş, 1986’da vefat edene dek hiçbir yapımda yer almamıştı. Velhasıl sevdiğim aktörlerden olan Grant’i son dönemki filmlerden sıkıldıkça ziyaret ediyorum. Bu kez arka arkaya üç filmini (The Bishop’s Wife, My Favorite Wife, I Was A Male War Bride) izledim. 1947’de vizyona giren The Bishop’s Wife, Capra klasiği It’s A Wonderful Life‘ın bir benzeri. Gene hayattan bunalmış, ailesiyle bağı zayıflamış bir adam var, gene bir melek çıkagelip hayatın iyi yönlerini ona gösterip hayatını düzeltiyor, biz de hayat üzerine bol bol mesaj kapıyor bu rom-komdan. Ama Capra’nın klasiği kadar hünerli, romantik, komik, etkileyici olduğunu söyleyemem. Gene de Grant’i melek rolünde izlemek keyifli… Bir diğer “Wife”lı filmi My Favorite Wife (1940) da ortalamayı aşamıyor. Garson Kanin adlı hiç duymadığım bir yönetmenin çektiği bu film eşinin deniz yolculuğu sırasında vefat ettiğini sanan bir adamın başka bir kadınla evlenmesinden yedi yıl sonra eşinin çıkagelmesini konu alıyor. Tahmin edileceği üzere iki kadın arasında kalıyor Grant. Dönemine göre cesur diyalogları mevcut. Eğlenceli ama pek akılda kalıcı değil. Öte yandan Howard Hawks imzalı I Was A Male War Bride (1949) da komik olsa da akılda pek yer etmeyen rom-komlardan. Bu film evlenip Almanya’dan ABD’ye geçmeye çalışan biri Fransız diğeri Amerikan bir çiftin maceralarını işliyor. Üçünü de keyifle izledim. Grant üçünde de komediye dönük hünerlerini bolca sergiliyor.

THE PLATFORM (2020) VE VIVARIUM (2019): Yeni bir şeyler söylemiyor Vivarium. Yeni saptamaları, cümleleri yok. Daha önce de söylenmiş şeyleri söylüyor, daha önce de yapılmış şeyleri yapıyor. Eleştirileri yeni değil, eski bile denebilir. Kendilerine yeni bir ev arayan bir çifti alıp çıkışı olmayan, labirentten farksız, kimsenin yaşamadığı, her şeyin sinir bozacak kadar aynı olduğu, distopik bir banliyönün içine atan Lorcan Finnegan bu film üzerinden çekirdek aileye, annelik/babalık gibi rollere, boğucu hale gelen, kurtulmanın imkansız göründüğü “yuva”larımıza bir eleştiri getiriyor. Vivarium bir Black Mirror bölümü gibi dursa da şahsen beni etkilemeyi başardı. Evet, onca olumsuzluğa rağmen (yeni cümlelerinin olmaması, karakterlerini daha önceki pek çok film gibi bir deneyin içine atması, olan bitene dair bir açıklama yapmaması) bu filmi sevdim nedense. Belki bunun nedeni bulunduğumuz karantina halinden dolayı Tom ve Gemma’yla (Jesse Eisenberg-Imogen Poots) rahatlıkla özdeşlik kurabilmem. Ama ilginçtir aynı şeyleri yapan The Platform‘u ise sevemedim. The Platform, Vivarium‘dan daha vahşi, Vivarium gibi sembolist takılsa da söylemek istediklerini açıkça söylüyor, hatta yetmiyor, altını sarı-kırmızı-turuncu kalemlerle kalınca çiziyor (belki bu yüzden sevmedim). Vivarium‘la benzerlikleri bununla sınırlı değil. Bu filmde de yolculuk önemsenirken final geçiştiriliyor, filmdeki pek çok şey finalde havada bırakılıp ne o çok önemsenen çocuğa, ne sisteme, ne platformun işleyişine, ne de yöneticiliğe dair bir açıklama yapılıyor. The Platform karakterlerini vahşi ve ölümcül bir hapishanenin içine atıp burada onların insanlıktan çıkışlarını işlerken bir adamın sistemin çarkı olan platforma çomak sokmasını anlatmaya çalışıyor. Kimilerine göre başarıyor ama Vivarium‘da takılmadığım sorunlara burada takıldım niyeyse. Bu aralar pek sevilen The Platform da Vivarium gibi özgün değil aslında (kısa metrajlı Next Floor ve film serisi Cube aynı konuyu daha iyi işlemişti) ama böyle bir amacı da yok gibi görünüyor. Velhasıl böyle işte…

THE WAY BACK (2020): Ailevi problemleri/dramları sporla harmanlayan yönetmenlerden Gavin O’Connor, Warrior benzeri bir filmle karşımıza çıktı bu ay. Warrior‘da babası ve abisiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle evini terk eden bir gencin yıllar sonra ringde kendisi gibi boksör olan abisiyle karşı karşıya gelmesini anlatan O’Connor gene dramatik bir öyküyü bu kez boks değil de basketbol üzerinden anlatmaya yelteniyor. Bu kez merkeze acı verici bir olaydan sonra alkolik olan bir adamı, Jack’i (Ben Affleck) koyan O’Connor onun toparlanma, iyileşme, acısıyla baş edebilme çabalarını işliyor ama bunu da olabilecek en klişe şekilde yapıyor. Daha önce de pek çok klişe senaryo (Out of the Furnace, Run All Night) yazan Brad Ingelsby bir kez daha özgünlük için çabalamayıp binlerce dramada karşımıza çıkan tüm ögeleri filmine boca etmiş: Haylaz ve başarısız bir basketbol takımı, bu takımın saygıyı ve bir (takım) olmayı öğrenmesi, Jack’in “gençken çok yetenekliydi” dışında açıklanamayan yetenekleriyle takımın ilk kez playoff’a kadar yükselebilmesi, tabii ki Jack’in alkolikliğinin ortaya çıkması, derinleştirme zahmetine girilmemiş eşiyle ilişkileri ve ortadaki dram sizi yıpratmadıysa bir de başka bir aile üzerinden dramı tekrar etme… Ingelsby’nin onca yeteneksizliğine karşın halen senaryolarını satabilmesi belki de filmin en şaşırtıcı tarafı. Şu noktada O’Connor’ı Warrior‘daki kadar ajitasyona kaçmadığı, daha olgun bir sinema dili tutturduğu için övmek gerek. Affleck de yaşlandıkça daha iyi rol yapmaya, karakterlerinin hakkını vermeye devam ediyor. Özetle The Way Back bütün formülleri teker teker uygulayan, bir saat sonra hafızadan silinen bir film. Gene de bir şans verilebilir.

Yorum Gönderin