Spoiler içerir.
Bourne üçlemesi The Bourne Ultimatum filmiyle tamamlandıktan bir-iki yıl sonra Universal bu kârlı seriyi devam ettirmek isteyince Paul Greengrass ve Matt Damon pek çok kez bu istekle dalgalarını geçmişlerdi. Ama en nihayetinde iki sinemacı da ısrarlara dayanamayıp seriye döndü. Dokuz yıl aradan sonra gelen bu devam filminin beklentileri karşılamakta zorlandığını söyleyebiliriz.
Greengrass ve dört filmi de kurgulayan Christopher Rouse’un Matt Damon’ın da katkılarıyla kaleme aldıkları senaryo epey sorunlu (Rouse’un ilk kez senaryo yazdığını belirtelim). Senaristler başlangıçta bu uzun zaman zarfında Bourne’un hayatını nasıl idame ettirdiğini anlatıyorlar. Bourne hayatına üç beş kuruş için sokakta dövüşerek devam ediyor. Bourne’un dokuz yılda neler yaşadığına pek değinilmemesi küçük ama diğerleri yanında pek de mühim olmayan sorunlardan yalnızca bir tanesi. Öte yandan öykünün dönüp dolaşıp ikinci filmde sona eren Treadstone’a gelmesi temcit pilavı etkisi yaratıyor. Treadstone defteri yıllar önce kapatılmışken, üstüne Blackbriar defteri de kapatılmışken tekrar Treadstone’a dönülmesi pek de heyecanlandırmıyor. Tam tersi “gene mi Treadstone?” dedirtiyor. Treadstone Programı’nı David’in, yani Bourne’un babasının başlatmış olması ve oğlunu korumak için öldürülmesi konusu önceki üç filmdeki entrikaların epey gerisinde kalıyor. Filmdeki genelde başarılı aksiyon sahnelerini bir köşeye koyarsak elimizde kalan öykünün zayıf olduğunu görebiliriz: Babasının neden öldürüldüğünü yıllar sonra öğrenmeye çalışan Bourne, babasını öldüren CIA direktörü Dewey’nin (Tommy Lee Jones) kıçını kurtarma çabası, Heather’ın (Alicia Vikander) departmanda yükselme hırsı. Sorunlardan bir tanesi Bourne klişelerine akla gelebilecek ilk fikirlerin dahil edilmesi. Bourne’un babası da her senaristin aklına gelebilecek bir fikir ve bence bu ilk fikirlerin kullanılması iyi değil.
Sorun sadece öykünün-entrikaların etkileyicilikten uzak ve zayıf olması değil. Bir diğer sorun dördüncü filmin üçlemeyi tekrarlaması. Bourne’un sevgilisi Marie (Franka Potente) ikinci filmde Bourne’la birlikte tetikçiden kaçarken öldürülüyordu. Bu da Bourne’u tekrar intikam almaya ve hatırlayamadığı şeyleri hatırlamaya/öğrenmeye itiyordu. Üçlemede hakkının verilmediğini düşündüğüm Nicky’nin (Julia Stiles) ölümü de aynı işlevde. Nicky ve Bourne motorla Atina sokaklarında tetikçi Asset’ten (Vincent Cassel) kaçarlarken Nicky ölüyordu. İlk tekrar bu. Marie’nin ölümü neredeyse aynı şekilde (Bourne’la birlikte tetikçiden kaçarken öldürülmek), aynı amaçla (Bourne’u bilmediği şeyleri öğrenmeye ve Nicky’nin intikamını almaya itmek -üçüncü filmde Nicky’nin Bourne’a “Biz bir zamanlar sevgiliydik,” dediğini hatırlatayım-) tekrarlanıyordu. Bourne ile Asset’in finaldeki dövüşü de ikinci filmdeki Bourne-Jarda (Marton Csokas) dövüşünün aynısı. CIA direktörünün Bourne’u öldürme çabaları, departmandan birisinin Bourne’a yardımcı olması (üçlemede Pamela Landy, bu filmde Heather Lee), Bourne’un peşine güçlü bir tetikçinin takılması, öykünün pek çok ülkede geçmesi, finalde Exteme Ways’in beş bininci coverına yer verilmesi zaten Bourne serisinin klişeleri. Fakat bilhassa CIA direktörünün Bourne’u öldürme çabaları da ağızda kekre bir tat bırakmaya başladı. Jeremy Renner’lı The Bourne Legacy‘de de aynı şeyler oluyordu.
Gelelim aksiyon ve dövüş sekanslarına. Bourne serisinin bilhassa ikinci ve üçüncü filmleri pek çok aksiyon filmini etkiledi. Bourne‘daki dövüş sekanslarının benzerlerini Expendables‘da da, Fast 7‘da da, Hunger Games‘de de, hatta Bond filmlerinde de görebilirsiniz. Serinin dövüşleri etkileyici, sert ve gerçekçi. Bu filmdeki dövüşlerin kötü olduğunu söyleyemeyiz ama bu konuda da üçlemenin gerisinde kalınmış. Yukarıda dediğim gibi Asset-Bourne dövüşü, Jarda-Bourne dövüşünün aynısı. Orijinal olunamamış. Berlin’de ajanlardan kaçarken Bourne’un bir ajanı asansör kapısıyla etkisiz hale getirmesi ekibin yeni dövüşler için pek de uğraşmak istemediklerini düşündürttü. Filmi başlatan Yunanistan bölümü filmin açık ara en etkileyici bölümü. Bourne’un zekâsına, kaos yaratma becerisine değinirken motorla tetikçiden kaçma anı da şehirdeki isyanla birlikte epey gerilimli ve heyecanlı hale getirilmiş. Ne yazık ki bu etkileyici ve uzun açılıştan sonra hem öykü zayıflıyor, hem de aksiyon sekansları. Zırhlı araçla Las Vegas’taki aksiyon sekansı filmin Bourne değil de Die Hard olduğunu düşündürtüyor. Halbuki Damon’ın altındaki eski mi eski araçla onca polisi ekmeyi başardığı o sahneler daha heyecanlıydı. Bu filmdeki aksiyon sahnesi de heyecanlı ama Bourne’un tonuna uymuyor. Bourne’un zekâsına da pek yer verilmemesi diğer mühim sorunlardan. Öte yandan Las Vegas’taki sahnelerde hedeflenen gerilim de oluşturulamamış.
Asset’e değinmeden olmaz. Bourne’un peşine takılan diğer tetikçilerdeki karizma onda da var ama bu kez kafası karışık bir karakter yazılmış. Bourne’a vatana ihanet ettin diyen Asset film boyunca öldürmedik ajan, polis, asker, sivil bırakmıyor. Tony Gilroy’un eksikliği bu filmde hissediliyor. Greengrass ve kurgucu Rouse’a senaryoyu yazdırmak doğru bir karar olmamış bence. Dört filmi de yazan, Legacy‘i yöneten Gilroy’un da ekibe dahil edilmesi gerekliydi ya da Gilroy ayarında kaliteli bir senaristin. Özetle, Jason Bourne ne yazık ki serinin en vasat filmi olmuş. Serinin ilerisi adına heyecanlandıramadığını söyleyebilirim.