Türk sinemasının son yıllarını düşündüğümüzde filmleriyle aklımızda kalan birkaç yönetmenden biri de Reha Erdem’dir. Farklı sinema dillerini, filmlerine yedirmeye çalışırken, bir yandan da kendi tarzını filmin içinde hissettirir. Bu sene galasını Berlin Film Festivali’nde yapan “Jin” ise Reha Erdem’in diğer filmleriyle bağları olan yeni filmi diyebiliriz. Özellikle Kosmos’un masalsı yapısıyla, Hayat Var’ın gerçekçiliğe öykünen ergenlik gelgitleri yaşayan bir kızın yalnızlık hikayesiyle akraba bağları kurabiliriz. Böylelikle bir yönetmenin yeni bir sinema yaratmak isterken, diğer filmleriyle etkileşimini de açıkça görebiliriz.
Jin’in kısaca konusuna değinirsek; Jin, dağlarda yaşayan, bir kesimin silah arkadaşı olarak gördüğü, bir kesimin ise terörist olarak bakışlarını yönelttiği, aslında hayata tutunmaya çalışan genç bir kızdan başkası değil. Bulunduğu konum onu kendi içinde ıssızlaştırırken, aslında kendi içinde aidiyet konularını yargılamasını sağlar. Bunun üzerine kendini ait hissetmediği bir savaşın içinden çıkmayı tercih eder. Böylelikle Jin’in kaçış serüvenine ve yolda karşılaştığı insanlarla etkileşimine odaklanırız. Kimi insanlar yardımseverken, bazıları ise travmatik derecede gerçek dünyadan çıkmışçasına acımasız ve filmlerdeki ana karakterin ezeli düşmanları kadar kötüdür. Özet olarak gerçek dünyanın içinde bir kırmızı başlıklı kız hikayesi izleriz.
Filmin içinde zaman ve yer belirtilmaz. Ancak filmin içinde ana karakterin Kürtçe konuşmasından ve gerçek hayattaki malum terör örgütüne tıpatıp benzeyen bir örgütlenmenin varlığından, askerle yapılan kedi – fare kovalamacalarından kızımın bir Kürt kızı olduğu açıktır. Jin, bulunduğu coğrafyanın içinde sıkışan ve ne için savaştığını dahi idrak edememiş, hayatın kurbanlarından sadece biridir. Hatta filmin bir sahnesinde bir eve girip yiyecek arama sahnesinde bulduğu coğrafya dersi kitabında, bulunduğu bölgeyi sorgulamaya başlar. Yaşanan kimlik bunalımı içinde, aslında bilinen tek gerçek, Jin’in kendini nereye ait hissedeceğini bilememesidir. Çünkü ailesi farklı bir iklimin içinde yaşarken, kendisi de farklı bir bölgeye kaçmaya çalışmaktadır. Bu da onun içinde farklı açılımlar oluşturur. Kendine gerçekten doğru yer neresidir sorusunu sormasını sağlar. Ancak filmin içinde yer alan paradoksa mahkum olmaktan kaçamaz. Sıkışır kalır.
Jin, çocukluğunu, ergenliğe geçiş sürecini, batıdaki ailesiyle yaşayan bir genç kız gibi yaşayamamıştır. Bu yüzden beğenileri, özlemleri farklıdır. O hayatta kalmaya çalışırken, doğaya ayak uydurmayı seçer. Tabii bu geçiş sürecinde bazı etmenler onun hayatını sorgulamasını sağlar. Bu etmenlerden biri de, yiyecek ve belli ihtiyaçlarını karşılamak için gizlice girdiği bir evde, kendi yaşlarında bir kızın odasında bulunduğunda yaşadığı karmaşadır. Jin, üzerindeki ölüm kokan kıyafetleri çıkarıp, normal insanların giydiği kıyafetleri giyip, hayata karışmak istemektedir. Bu yüzden de girdiği bu evde, kendine göre kıyafetlere bakmaya karar verir. Kıyafetleri karıştırırken, dantelli bir kıyafetle karşılaşınca, aslında farklı dünyanın içinde var olduğunu ve yaşayamadığı ama uzaktan da özendiği modern hayat ergenlerinin yaşam biçimlerine dokunduğunu hisseder. Böylelikle bir nevi çocukluğa, genç kızlığını yaşamaya özlem duyar.
Öte yandan bir genç kızın, acımasız bir coğrafyanın içinde hayata tutunması gerçekten de zordur. Karşılaştığı her erkek figürü onu cinsel bir obje olarak görürken, yaşının küçüklüğüne aldırmaz. Bu bağlamda erkeklerin arzu simgesi haline gelen Jin, çaresizliğin içinde, vahşi bir hayvan gibi kendini savunmaya çalışır. Hatta en masum görünen erkekler bile bir nevi kurt misali, kırmızı başlıklı kızın üzerine musallat olurlar. Filmin içinden örnekleme yaparsak; Jin’i teröristlerin giydiği kıyafetlerle gören bir çoban, ondan korkusundan çekingen yaklaşırken; başka bir sahnede Jin’in kadın kıyafetleri giymesiyle aynı çoban bir kurt gibi yaklaşır. Böylelikle insanların hem aydınlık, hem de karanlığını görmüş oluruz. Tabii bu en masum örnek olarak dikkate alınabilir.
Genç kızın maruz gördüğü şiddet bununla da sınırlı kalmaz. Çoğunlukla erkeklerin “kötü” figürler olarak lanse edildiği filmin içinde, bir yandan da kadın şiddetine vurgu yapılırken, bir anlamda yalnız kalan Jin’i sürüden ayrılan bir kuzuya benzetebiliriz. Kurtların iştahını kabartan bir kuzu… Dolayısıyla da bir hedef haline gelmesi normal sonuç olarak karşılabilir. Buna ek olarak askerle karşılaşmalarda yaşanan gerilimler; Kürtlük, terörist olmak, insan olmak, doğaya uyum sağlamak gibi farklı temalar altında ayrı konuları düşünmemizi sağlar. “Hayat Var” filmiyle akrabalık bağları da burada ortaya çıkar. Sade ve yavaş bir anlatımın içinde, birisi doğanın içindeki bir dünyayı, diğeri ise şehrin varoşlarındaki yaşam mücadelesini gözler önüne serer. İki filmin iki ana karakteri olan genç kızlar, erkeklerin hedefleriyken, birisinde annesine özlem duyan, diğerinde ise babasıyla bağ kurmaya çalışan iki insanı görürüz. Tabii bu iki filmi birbirinden ayıran en büyük nokta, “Hayat Var”ın gerçeklik içinde yoğrulurken; “Jin”in masalsı bir atmosfere sahip olmasıdır.
Filmin öne çıkan öğelerinden biri de doğa… Başrol diyebileceğimiz doğanınn yüzü, içinde yaşayan hayvanları, besin kaynağına dönüşen doğa güzellikleriyle öne çıkan unsurlardan biri denilebilir. Ana karakter Jin’in hayvanlarla olan ilişkileri, kimi zaman korkulu anlara dönüşse de, çoğunlukla filmin aydınlık yüzü olarak öne çıkıyor. Filmin görsel efektleri de bu noktada ortaya çıkıyor. Özellikle hayvan efektleri, özellikle de çok uzaklara gitmezsek; “Life of Pi” filmiyle kıyasladığımızda, son derece ilkel bir teknoloji örneği gibi duruyor. Yapaylaşan efektler, görsel anlamda bir dezavantaj gibi görünse de, sinemasal anlatı içinde derdini yansıtmayı beceriyor.
Filmin bilhassa fantastik öğelerinin çoğunun, doğanın büyülü atmosferinde gerçekleşmesinin temel nedeni belki de, Jin’in doğaya kurduğu mistik öğeler barındıran dostluğundan kaynaklanıyor. Doğa aynı zamanda da barış ve huzuru anlatmaktaki en büyük figürlerden biri olduğundan, Jin’in mutlu anlarının çoğunu bu yerlerde yaşadığını hissediyoruz. Filmin finalinde de öne çıkan insan doğa ilişkisi, topraktan gelenin toprağa gideceği gibi metaforların kullanıldığı gözlemlenebilir. Erdem bir nevi masalsı öğelerle süslediği bu filminde, kendi içinde derin konulara adım atarken, insan doğasının farklı yönlerine parmak basmayı seçiyor. Kurulan fantastik yapıyı da, aslında Kosmos’da kurduğu dokuya benzetebiliriz. Etkileşim bakımından benzer yönlere sapmalar rahatça gözlemlenebiliyor.
Sonuç olarak birbirinden derin ve farklı konulara eğilen Jin, belki de Reha Erdem sinemasının en olgun örneklerinden biri sayılabilir. Gerçek olayları birebir incelemektense, masalsı bir yapıya büründürerek, hikayesini böyle anlatmayı tercih ediyor. Başrol oyuncusu Deniz Hasgüler’in sade ve gerçekçiliğe yakın duran performansı da uyum içinde filmin sürükleyici unsurlarından biri olarak öne çıkıyor. Özünde insan olmayı anlamlandırmaya çalışırken, her insanın içindeki kötülüğü ve iyiliği aynı platformda süzmeye, bir anlamda katı görünen tabuların yıkılabileceğini bizlere ifade etmeye çalışıyor. Terörist olarak görünen insanların da bir can olabileceğini ve şartların onu buna itelediğini de bir nevi kadercilik yaparak anlatmaya çalışıyor.
Kosmos ile başlayıp, Jin ile devam eden fantastik Reha Erdem filmleri furyası devam eder mi bilinmez ama Erdem, masalsı bakış açısıyla baktığı “Jin” filminde, Kürt olayları hakkındaki şu ana kadar yapılmış en gerçekçi ve sağlam filmi çekiyor. Bize de bu filmi izlemekten başka bir görev kalmıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.