Taika Waititi’nin dünyaya ve insanlığa tersten bakan bir insan olduğunu biliyorduk. Eagle vs. Shark ve Jojo Rabbit arasındaki hiçbir filmine veya dizisine normal dememiz mümkün değil. Kendini fazla önemseyen orta yaşlı beyaz erkeklerle dolu sinema dünyasına nanik çekerek, ciddiyet + şiddet = saygı denklemini pek takmayarak art arda eserlerini sıraladı. Sadece filmlerinde değil, röportajlarında da “Bakın ben çok haşarı bir çocuğum” ucuzluğuna düşmeden, mantıklı fikirlerini en absürt şekilde anlatmayı başardı.
Konu, İkinci Dünya Savaşı ve Naziler olduğunda ve ilk fragmanlar düşmeye başladığında içimizde “Acaba fazla mı ileri gitti?” korkusunu yaşadık. Ancak filmi izledikten sonra “Tam yerine rast gelmiş, manzara koymuş” demekten kendimizi alamıyoruz. Filmle ilgili yorumlara girmeden ilk önce şuna kısaca değinmemiz gerekiyor. Tarih boyunca dünyayı saran, son yüzyılda iyice azan, kendisini bir yere ait hissediyor diye dünyadaki başka herkesi hakir gören, belirli bir zeka düzeyinin altındaki insanların yediği masallar bütünü olan faşizm, bir çocukluk hastalığıdır. Noel Baba’nın dünyadaki her iyi çocuğa aynı gece hediye getirdiğini düşünen, hayali kahramanların çoğunu gerçek sanan çocuk beyni, “Sen dünyadaki herkesten üstünsün” yalanını da rahatça yutar. Onlu yaşlarına gelip hala bu salak halüsinasyonların bir parçasıysa ciddi bir sorunu vardır. Sosyallikle ilgili problemleri olan, zihinsel olarak büyümeyi, gelişmeyi reddeden, şımarık ve aptal çocukluk sanrılarını hayatının geri kalan yıllarına da yaşayan insancıklar ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve faşizmin pençesinden kurtulamaz… Dünyayı da “Ben hak ediyorum, başka kimse hak etmiyor” hezeyanlarının bir parçası yapar…
Jojo Rabbit, her şeyden önce saf ve hayatın ona getirdiği sorunları çözemeyen bir çocuğun kafasından, çok basit bir dünya tahayyülü ile başlıyor. Dünyadaki temel hiçbir konu hakkında düşünme yeteneği yaşından dolayı daha gelişmemiş, çevresindeki toplum gruplarının bir parçası olabilmek için çırpınan, hayatın vahşi yönlerini keşfetmeye başlayarak yavaş yavaş büyüyen bir çocuğu izliyoruz. Hayali arkadaşı Hitler’le kendi güvensizliklerini yenmeye çalışırken, çevresindeki çatlak tiplemelere de uyum sağlamaya çalışıyor.
Doğal olarak savaş ortamında her şey zor. Mantık ve rasyonel düşünce Almanya’yı zaten 1933’te Hitler’i seçtiğinde terk etmişti, 1944 yılına gelindiğinde geride artık hiç bir amacı olmayan faşist ritüelleri anlamsız bir şekilde tekrarlayarak sonlarının gelmesini bekleyen insancıkların kaldığını görüyoruz. Waititi bizi, nefret ve boş inançla yüklenen beyinler ve bünyelerin arasında absürd bir yolculuğa çıkartırken arada Rosie karakteriyle akıl ve mantığın güvenli limanlarında molalar veriyor.
Scarlett Johansson’un başarıyla canlandırdığı Rosie, bütün nazi manyaklığının arasında kalmış bir muhalif… Kısa sürede evinde yahudi bir kızı sakladığını anlıyoruz. Babasının özlemiyle melankoliye teslim olan ve onu hatırladığı kadarıyla taklit etmeye çalışan Roman Griffin Davis’in başarıyla canlandırdığı Jojo, iki kadının etkisiyle ve sevgisiyle kısa sürede büyüyor. Hayatın gerçek yüzü tüm acımasızlığıyla kendisini gösterirken, nazilerin kafasına yerleştirmeye çalıştığı hastalıklı masallar da etkisini kaybediyor. Waititi, her karaktere aşırıya kaçmadan gerçeküstü özellikler eklemiş. Sam Rockwell’in canlandırdığı iyi yürekli gay nazi subayı Klenzendorf, Rebel Wilson’ın canlandırdığı manyak hemşire Rahm ve Archie Yates’in canlandırdığı aşırı şanslı Yorki, özellikle öne çıkıyorlar.
Jojo Rabbit, baştan sona hiç tempo sorunu yaşamıyor. Özellikle son savaş sahneleri, bir çocuğun gözünden savaşın nasıl algılanabileceğini iyi anlatmış. Taika Waititi, süper kahraman janrında takılı kalmadan, farklı konularda film çeksin dedirten bir finalle, nazilere, savaşa ve anlamsız faşizme güle güle diyoruz. Darısı günümüzün diktatörlerinin başına…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.