İnsan nedir ki? Romatizması olandır insan, beli kaşınandır. Kocaman bir tabak salatayı bitirip ekmeğine suyunu bandırandır. Hırslıdır, kederlidir, gülümsemeyi taşır çantasında. Kalın bağırsağı olandır insan, kalbinde kocaman evler kurandır. Sevişen, üreyen, âşık olandır insan. Annesinin karnında yalnız büyüyen sonra hayata fırlatılan ancak yine kaderine yalnızlık yazılı olandır insan. Nankör diye adlandırdığı kedinin şefkatine ihtiyaç duyan bir ağaç gibidir insan; sert, dokununca can yakan, ağlamaklı, sevecen…
Güzel, çiçekli, balkonunda menekşeleri olan bir evin sessiz sahibi de olabiliyor sonra bir barakanın en “cızz” ettiren bakışı da olabiliyor. Kentleri işgal ederken, ruhu işgal ederken, hayatı işgal ederken dönüp arkasına bakmayandır insan. Kendi söküğünü dikemeyen, kel başa şimşir taraktır insan. Bir sabah babası öldüğünde uyanır, bir sabah parmak izi yeni oluşmuş bir bebek kokusuna uyanır, deri montunun silik köşesinde ağlar sonra mahalle çetesinin başına geçer sokakları koklar. Bir denklem kurar kendine, işleri yolunda gitmez hemen bir başka denklemi yazar kâğıdına, sonra büyür, aitlik hissetmek ister. Bir aileye ait, bir anneye ait, bir kadına ait, bir evin her şeyi olmaya ait, bir aitlik duygusudur alır başını gider dağlara tepelere, menekşelerin rengine saklanır. İnsan zordur… Hep daha fazlasının üzerinde yürümek ister. Hayatın merkezine kurulmuş yok ediciler var ediciler.
“İnsanlar ikiye ayrılır; annesi olmayanlar, babasını hatırlamayanlar” der Ali. Hayır, bu öyle bir film değil. Film bir merak filmi ve sadece insan nedir sorunun kıvrık kenarlarından yola çıkıyor. Birileri ağlıyor, birileri koşarak kaçıyor oradan, birileri hamileliğin aşkını yaşıyor, biri ona hediye edilen bir yüzüğün geri istenmesine üzülüyor. Bir sevme, bir sevinç, bir aşk, bir korku filmi bu. İstanbul’un sarı sokaklarında, martı seslerinde, iyi demlenmiş bir çayın kokusunun köprüyü saran sıcaklığında sesini duyuran bir film bu. Bu film öyle böyle bir film değil. Dudak dudağa, diz dize, kol kola, sırt sırta yaşayan bir takım kaybetmiş insanın hikâyesi. Ve elbette kaybettiklerini bir parmak şaklatması kadar komik bulanların filmi.
Genellemelerle başlayıp özelleşen leziz bir filmdir bu “Reha Erdem” kadrajından çıkan. Kısmi olarak hafızasını kaybeden Ali’nin bel çevresinde başlayan ve sonra bütün insanların bir parça, ucundan ancak detaylandırılmış bir derinlikle anlatıldığı sıcak bir hikâye ve elbette sonunda bir parça sitemle “böyle bir mahalle, böyle aşklar, böyle arkadaşlıkların” olmadığını düşüneceğimiz bir hikâye.
Aslında filmin başrol oyuncusu bir anne. Ali’nin erken yaşta kaybettiği annesi. Özlemle beklediği ve gelmeyeceğini bildiği annesi. Babasından korkar Ali, tatlı bir korkaklık durumu yaratan Rasih onu yalnız başına büyütmüş ve onca çilesinin arasında gittikçe huysuzlaşan mızmız bir baba oluvermiş. Ancak bu mızmızlık sevimlilik üzerinden gider ve asla kötücül bir mızmızlık değildir. Ali’nin hafızasını kaybetmesinden en büyük darbeyi o alır aslında ve bu darbe komik ve mizanseni geniş bir mevzuya dönüşür. Ali herkesi anımsar, parçaları birleştirir, konuşur ancak sıra Rasih Beye gelince her şey tıkanır. Rasih bu duruma delirir ve sürekli “babanım oğlum ben senin baban” diye bağırır, evet orda bir baba vardır. Oğlunu şefkatle büyütmüş bir kadının tüm yeterli sevgisini ona vermeye çabalayan bir baba… Komik, trajik, sevimli baba.
Terzi Neriman filmin önemli karakteri, oğlu Keten’e baskı yapmaktan geri durmayan her şeye bir cevabı olan, mahallenin vazgeçilmez terzisi. Keten’in aklı yarım olduğuna inanan terzi Neriman aynı zaman da herkese baş kaldıran, agresif ve aynı oranda şefkatli bir terzi. Mahalle halkından İpek’ e olan duygusunu annesi Neriman’dan saklamak zorunda olan Keten ipek’in karnındaki yeni nefese baba olma duygusundan geri durmayacak kadar naif ve duygusal ve aynı zamanda bıçkın. Neriman’ın köpeği bir başka değerli kahraman Çakır. İpek’in kiracısı jimnastikçi Ümit. Eski ve hikâyesini tamamlamış Aytekin. Mahalle halkının ve o mahallelinin sıcaklığı bütün filmin içinde ışıl ışıl duruyor. Ve elbette efsane haline gelen ve elden ele dolaşıp sahibine kavuşmayı bekleyen yüzük. Bu yüzük filmin içinde pembe bir polisiye duruma dönüşse de entrikaya boyanmış bir hikâye haline gelmeden geride duran bir gölgeye dönüşüyor. Samimi ve mahalle ağzı diyalogları filmin başından kalkamamanıza ve izlerken yanınızda duran herhangi bir insana arkadaşınızmış gibi davranmanıza sebep oluyor. Müzikleri, renkleri, görüntüleri ile tadı damakta bırakıyor film. Kendini bir mekâna kapatma istediği duymanızı sağlıyor film. Şöyle ki hayatın ve insanın zalimliğini asla hissetmeden bir yere kapanıp sadece “iyi insanlarla” yaşama güdüsünün heyheylenmesini yaşıyor insan bu filmin oradan oraya giden duygusuyla.
Film insan bedeninin peşine takılıyor. Dinleyen kulak, gören göz, diken el… Kadınların bellerinden şikâyet etme formundan tutun, eğri basan ve doğru basan insana, ikiye ayrılan damarlı erkeklere ve birçok “İnsan Neşesine” dokunan açılışıyla ciğerin telini tıngırdatan ışıklı film Korkuyorum Anne.
Reha Erdem’in bol ödüllü ve sıkılmadan izlenecek bu filmi insana yeni bir başlangıç teklif ediyor. 2006 yılının en başarılı ve unutulmaz filmlerinden kocaman kocaman hikâyelerle zenginleşen bu film mutlaka arşivlerde olmalı.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.