Kurumlara Karşı Gelen Sahtekâr

changeling-angelina-jolie-clint-eastwood.jpg

Özellikle Asimov ve Kubrick’in eserlerinde sıklıkla işlediği Frankenstein korkusu, hepimizin hayatındaki bir gerçek; belki de insanlığın vazgeçemediği bir tutku. Bireylerin her yarattığı kurum, yine kendileri üzerinde hükümranlıklarını ilan etmedi mi? Hristiyanlığın baskısından kurtulan batı medeniyeti, kendisini başka bir tabular silsilesi içinde buluvermedi mi? Yarattığı rasyonel, hukukî, toplumun iyiliği için çalışacak olan kurum ve kuruluşların istisnasız hepsi, hegamonyalarını insanlar üzerinde yoğun bir şekilde kuruverdiler. Akıl için aklı feda ederek, rasyonaliteyi belli grupların çıkarlarına alet ettiler. “Dediğim dedik”ten beter olan noktası ise, çeşit çeşit “rasyonel” kurumlarıyla iddialarını ispatlayarak bireyin de kaçınılmaz onayını almasıydı. “Şeriatın kestiği kol acımaz”dan farksız bir koşullanma ve kabullenme herkeste peydah oluverdi bir anda.

Çok kaba ve kusurlu bir şekilde tarif ettiğim bu medeniyetin, erkek-egemen kültürün bir ürünü olduğuna, sanırım kimse karşı çıkmaya yeltenmez. Egemenlik kültüründen ufak ufak da olsa, her daim faydalanan küçük insanların varlığı sebebiyle varlığını sürdüren bu yapının çıkışı elbette erkek-egemen bir kültürün önderliğinde olamayacaktır. Erkekleşen kadınlar da dahil olmak üzere, bazı kavram ve deyişler herkesin elini-kolunu-gözünü bağlar ve gerçekleri görmez oluruz: tutarlılık, mantık, içinde bulunduğumuz koşullar, düşmanlar, ahlâk ve saire. Oluşturulan bu genel söylem içerisinde yalanlar gerçek, gerçekler görünmez oluverir. Bilirkişiler, köşeyazarları, politikacılar ve hatta tarih, mantık, laboratuar sonuçları kralın giyinik olduğunu gösterince elden pek bir şey gelmez: kral çıplak değildir. Güdüler, hisler, duygular devredışı bırakılmıştır. Onlarla bir sonuca vardığınızı iddia etmek, sadece müstehzi gülüşlerle karşılaşmanıza yol açar.

Bu kapalı devrede kabul görebilecek ve çatlaklar oluşturabilecek en önemli olgu anne güdüleri diyebiliriz. Kutsallığını koruyabilen bu güdü, tüm bu sözde gerçek yapıları devirebilecek inanca ve inada sahiptir. İster yanıtlayın ister kanıtlayın, bir anneye, çocuğuyla ilgili inanmadığı hiçbir şeyi kabûl ettiremezsiniz.

Vasat bir örnek de olsa, bu çıkış noktasını referans alan hatırladığım ilk film The Forgotten geliyor aklıma. Başrolünde Julianne Moore’un oynadığı filmi 2004 yılında seyretmiştik. Bir kaza sonrasında, çocuğunun aslında hiç var olmadığını öğrenen bir annenin hikayesiydi The Forgotten. Herkes ve her şey bu gerçeği gösterse de, anne güdüleriyle hareket eden kadının aksiyona meze edilmiş hikayesiydi işte.

Aynı referans noktasından hareket eden ve toplumsal bir kargaşaya (!) yol açan gerçek bir hikaye, Clint Eastwood’un eline düşünce ortaya çok daha farklı kotarılmış bir iş çıkıyor: Changeling. Eastwood kameranın arkasında neler yapabileceğini bize çok kez kanıtlamıştı fakat böylesine çok katmanlı bir yapı da beklemiyordum doğrusu. Yanlış anlaşılmalara mahâl vermeyelim: Changeling de, diğer Eastwood filmleri gibi Hollywood klişelerini kullanarak sağlam bir iş çıkarıyor ortaya. Yoksa tamamen özgün bir yapıt falan değil. Fakat senarist Michael Straczynski’nin kaleminin de katkısıyla, kurulu yapıyı başaşağı etmenin olmasa da, kendi araçlarını kullanarak altetmenin yollarını arıyor. Gerçekte yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yazılmış olduğunu hatırlarsak; aranmış olan bu yolları hatırlatıyor demek daha doğru olur.

Film lineer ve basit bir çizgide başlıyor. Jolie’nin canlandırdığı anne, Christine Collins karakteri, filmin başında çocuğunun boyunu ölçerek ve ona beylik laflar söyleyerek bize alışık olduğumuz Hollywood yemlerini atıyor. Film ilerledikçe Hollywood yemleri yerini buluyor fakat her Eastwood filminde olduğu gibi, filmin çok katmanlı yapısı bu yemleri mazur karşılatıyor. Diğer yandan yine filmin başında Christine oğluna, babasının nasıl ortadan kaybolduğunu da anlatırken, yazının başında belirttiğim erkeklerin yarattığı dünyanın problemlerine maruz kalan çocuk ve anneyi tarif ediyor gibi görünüyor.

Bazen klişelerle, bazen yaratıcı diyaloglarla devam ediyor film. Tek tek hepsinden bahsetmek filme ve okuyucuya ayıp olacaktır. Fakat, yüzeyde akıp giden anne-çocuk ve Los Angeles polis departmanı çürümüşlüğünden çok daha fazlasına işaret ediyor Changeling. Filmde Christine Collins’in başına gelenler abzürtleştikçe hikayeye daha sıkı sıkıya inanıyorsunuz. Çünkü yaşadığımız ya da en azından duyduğumuz hayatlar da en az o kadar gerçekdışı.

Hikayeden ve klişelerden bağımsız olarak Collins’in güdüleri ve umudu seyirciye umutsuzluk olarak geçiyor. Hiçbir şeyin değişmediğini, kurumların daha da kurumsal kimlikler kazandığını, birey olarak artık hiçbir hakkımız kalmadığını iyice anlıyoruz. Açık olarak söylenmese de, benim filmden öğrendiğim önemli bir çözüm yöntemi var: düşmanınızın, düşmanınız kadar güçlü başka bir düşmanını bulun! Bunun ahlâki bir çözüm olmaması ya da ileride tutarsızlık sergilemenize yol açacak olması hiç ama hiçbir anlam ifade etmiyor! Zira bu yapının hala ayakta olmasının en önemli sebebi ahlâk ve tutarlılık değil mi? Bu yapıda çatlaklar oluşturabilecek tek varlık da kadın değil mi?


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın