Sinemanın büyülü dünyasında yolumuza devam ederken, aynı zamanda da sarı patikalardan ayrılmamak suretiyle yolculuğumuza başladığımızı düşünelim. Uzaklara baktığımızda iki filmin karşılıklı bakıştığını görüyoruz. Biri New York sokaklarının karmaşık anlamını benimseyen Mean Streets… Diğeri de Hamburg’da yani Almanya’da geçen, kaybolmaya yüz tutmuş ancak içlerindeki güç sayesinde ayakta kalan sokaklarla bezenmiş Kurz und Schmerzlos.
Türkçeleştirmek gerekirse Kısa ve Acısız… Uzak gibi görünüyorlar değil mi? Ancak bu iki filmin akrabalık bağlarının olduğunu söylemeliyim. Tabii ki çok yakın akraba değiller, öyle olsalardı sanırım melez yapımlar olurlardı. İki filmi karşılaştırmadan önce kısaca bir tanıyalım. Önceliği Mean Streets’e verelim. Ne de olsa ağabey olan o.
İlk filmimiz 1973 yılında Martin Scorsese’nin henüz çiçeği burnunda bir yönetmenken çektiği “Mean Streets”. Filmin belki de en önemli özelliği Amerika’daki Küçük İtalya’yı(Little Italy) belgelemesidir. Filmin yarı otobiyografik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Scorsese, filmi çekerken doğup büyüdüğü sokaklardan ilham almıştır. Filmin diğer bir özelliği ise Scorsese ve Robert De Niro işbirliğinin başlangıcı olmasıdır. Filmin konusuna gelirsek, bir mafya babasının yeğeni olan Charlie, rahiplere alaycı bir şekilde yaklaşsa da, cehennem ateşinden korkmaktadır. Bu nedenle vicdan azabı duyduğu işler yaptığında, elini kilisedeki mum ateşine tutup, cehennem ateşinin nasıl bir şey olduğunu hissetmek ister. Günah içinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu irdelemek, filmin temel kaygılarından biridir. Filmin diğer bir kahramanı ise R.De Niro’nun canlandırdığı Johnny Boy karakteridir. Charlie’nin kuzeni olan Johnny Boy, sorumsuz, para ve ya zaman mevhumu olmayan, kendini mahvetme eğilimli biridir. Film, bu iki karakterin etrafında döner genellikle. Hatta filmi kısaca tanımlamak gerekirse başarılı performanslar, hızlı konuşmalar, gürültü, neon ışıkları ve şiddetin, adrenalin şoku etkisi yaratan bir karışımı diyebiliriz.
“Kısa ve Acısız”’a gelirsek ise Almanya’da başarılı işler yapan Türk yönetmen Fatih Akın’ın ilk filmi. 1998 yapımı olan filmin en büyük özelliği ise yaşadığı topluma hem dışarıdan, hem de içeriden bakmayı becerebilmesi. Vizyona girdiği tarihlerde çok ses getirmiş bir film. Gabriel yani Türk anlamıyla Cebrail’in hapisten çıkmasıyla başlıyor film. Yasadışı işlerden uzak duracağına yemin eden Cebrail, evine geri dönmüştür. Burada dostları Costa ve Bobby ile vakit geçirmeye başlar, eski günlerin hatırına. Bu iki arkadaşı da Cebrail gibi göçmendir. Costa Yunan, Bobby ise Sırp’tır. Güzel giden bu dostluk, bir anda Bobby’nin daha ciddi işlere gözünü dikmesi ile, uyuşturucu işlerine karışması ve Bobby’nin sevgilisi Alice ile Cebrail’in önüne geçilemez yakınlaşması sonucunda altüst olur. Cebrail, Bobby’nin başlarına açtığı bu bela yüzünden yemininden dönmek zorunda kalır. Üç arkadaş, dostluklarını test etmek durumundadırlar. Hamburg sokaklarında böylece kan kokuları duyulmaya başlar.
İki film de karakterlerin tek tek kısa pasajlarla (ya da buna vukuatları da diyebiliriz.) tanıtılmasıyla başlıyor. Bu özelliği daha geriye gitmek gerekirse spagetti westernlerin en popüleri olan “Good, Bad and Ugly”’de de görebiliriz. Hatta sevilen bir başlangıç olsa gerek ki son dönem Hollywood filmlerinde de rastlıyoruz bu özelliğe. İki filmde de genelde ana karakterinin etrafında gelişiyor. Yani Cebrail ve Charlie etrafında. İkisi de benzerlikler taşıyorlar aslında. İkisinin de tutkun olduğu (ya da hoşlandığı diyelim de Charlie kızmasın.) bir bayan var. Her iki karakter de, zaman zaman düşünmekteler, hatta dalgınlar bile diyebiliriz. Her iki karakterin de yarım yamalak olsa da dini korkuları var ve bu yüzden de ibadet etmeye çalışıyorlar. (Çalışıyorlar dedim, çünkü pek etmiyorlar) Cebrail, namaz kılınırken düşüncelerinden kurtulamadığı için korkuluk vaziyeti alıyor, Charlie ise daha önce söylediğim gibi hatalarından dolayı kendini ateşe yakın hissediyor. Kilisede dalıp kalıyor. İki filmde de bu dini öğelere bol bol rastlayabiliyoruz. Haçların çoğu kez görüntüye girdiğini, Cebrail’in ailesinin de dindar bir aile olmasından dolayı devamlı namaz kılma sahnelerini fark edebiliyoruz.
İki filmin benzer noktalarından birisi ise pek fark ettirilmeden verilen günah çıkarma sahneleri. Cebrail’in babası ile namaz seanslarını buna örnek verebiliriz. Diğer filmde ise Charlie ile Johnny’in bir mezarlığa girerek konuştukları sahne buna örnek gösterilebilir. Özellikle de Charlie’nin mezarlığın yanındaki apartmana bakarak sokakların çarpıklığını işlemesi, bu mekanın cennet ve cehennem arasında bir yer olduğunu nitelemesine neden oluyor.
Her iki filmde de muzip yan karakterler, aniden peydahlanan kavgalar, sokakların argo ağzı, ince ve muzip esprileri, kritik anlara serpiştirilmiş arka plan müzikleri, müziğin ortama hakim olduğunda ekrana verilen donuk görüntüler, duvarlara serpiştirilen ayrıntısal öğelerin olması her iki filmin de yakın akraba oldukları şüphelerini aklımıza getirse de, şimdilik rafa kaldırıyoruz.
İki filmde de genele yayılan “hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” olgusu, iç çatışmalar ile ortadan aniden kaybolabiliyor. Dostlukları ya kadın, ya da para bozarmış derler. Bu filmde de aynen bu söz yankılanıyor sokaklarda. Hatta bu unsur için filme pek katkılarını göremediğimiz yan kadın karakterler dahil oluyorlar.
Objeler açısından da bu iki filmi benzeştirmek mümkün. Örneğin iki filmde de olayların cereyan verdiği pavyon, gazino, bar, gece kulüpleri veya bunun gibi içkili kapalı bir alan mevcut. Hatta Kısa ve Acısız’daki ilk dostlukların çatırdaması da böyle bir mekanda gerçekleşiyor. Mean Streets’te ise Johnny’in aşırı tepkiciliğinin verdiği hırsla dostlarından birine silahını doğrultmasıyla ortaya çıkan gerilimi de örnek verebiliriz.
Hatta arkadaşların aynı yatağı paylaştıkları sahneleri bile benzerliklerden sayabiliriz. Her iki filmi de karıştırıyor. Tabii ki bu durumda söylenebilecek tek şey; “Sarı patikalı yolun dışına çıkmak, insana kârdan çok zarar getirir.” demek uygun olur sanırım.
Her iki filmin de sonuna gelirsek; bozulan dostluklar, ölen dostlar, pişmanlıklar ve geriye bakmamıza sağlayan duvara asılı mutluluk fotoğrafları kalacak.
Sonuç olarak iki film belli ki akraba. Ancak bu kadar özelliğe ve benzeşmeye rağmen yakın akraba diyemiyoruz. Çünkü belli ki Fatih Akın, Scorsese hayranlığıyla ondan çok etkilenmiş. Ancak Alman – Türk usulü olarak sentezlemesi, yönetimi olsun gerçekten de ümit veriyor. Yaptığı film “taklit demekten çok” başarıyı hak ediyor.
Onlara kendi yollarında yürürlerken başarılar dilerken, bizim de artık sarı patikaları takip etmek hususuna geri dönme vaktimiz geliyor.
İyi seyirler…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.