Kutlukhan Kutlu’yu tanıtmama gerek yok sanırım. Kendisi 19 yıl boyunca Sinema Dergisi’nde ve elbette daha pek çok mecrada film eleştirileri ve analizleri, türler ve alttürler üzerine dosyalar, Modern Klasikler ve Günümüzün Klasikleri gibi çok uzun yıllar devam edip kültleşen yazı dizileri kaleme almış, ülkemizin en önemli sinema yazarlarından. Bazılarınız onu Sevin Okyay’la beraber yaptığı Harry Potter çevirilerinden de tanıyor olabilir (polisiyeden fantastiğe, çizgi romandan kuramsal kitaplara kadar uzanan çok başarılı bir çeviri kariyeri mevcut).
Turkuvaz Medya Grubu’nun el değiştirmesi sonucunda, 19 yıllık emektar Sinema Dergisi’nin iki ay önce son derece üzücü bir şekilde kapatılması sonucu, derginin en eski yazarlarından Kutlukhan Kutlu’yla bir röportaj yapmak istedim. Röportajda Sinema Dergisi haricinde, edebiyat ve sinema arasındaki ilişki, Oscar ve muadili ödüllerin sinema için ne ifade ettiği, Türk sinemasının içinde bulunduğu senaryo/hikâye açmazı gibi başka önemli konulara da değindik.
Bildiğimiz kadarıyla Sinema Dergisi’nde Mehmet Açar döneminin başlarından beri eleştiri ve analizler yazdınız, dosyalar hazırladınız. Dergide yazmaya başlama hikâyenizi öğrenebilir miyiz?
Aslında kısaca Mehmet Açar, Sinema Dergisi’nin başına geçince ben de dergiye yazmaya başladım diyebilirim. Mehmet Açar’la daha önce Nokta dergisinde (özel olarak Ne Nerede adlı kent/kültür sanat rehberi ekinde) birlikte çalışmıştık. Sinema Dergisi çıkmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra (üçüncü sayıda) genel yayın yönetmenliğine Mehmet geldi ve bir-iki sayı içinde benden de yazı istemeye başladı. Özellikle de türler ve spesifik konular (mesela vampirler!) üzerine dosyalar. Zamanla buna tek tek filmler üzerine uzun inceleme yazıları da eklendi, Modern Klasikler ve Günümüzün Klasikleri serisi gibi. Tabii eleştiri de yazdım bir taraftan.
Sinema Dergisi’ni muadillerinden ayırıp 19 yıl boyunca yayın hayatına devam etmesini sağlayan sizce neydi?
Mehmet Açar’ın oturttuğu çizgi. Mehmet, ta Nokta zamanından beri bir “popüler sinema” dergisi çıkarmak istiyordu – ama zengin ve derinlikli içeriğe sahip, doyurucu bir popüler sinema dergisi. Nihayetinde onun elinde Sinema tam da böyle bir dergi haline geldi. Aslında hayli ilginç bir konumu vardı derginin: Bir taraftan tam bir ana akım dergiydi ama bir taraftan da sanki sinema dergiciliğinde pek kalıcılığın olmadığı bir ülkede uzun ömürlü olacağını önceden görmüş gibi, baştan itibaren ciddi sinema seyircisi için bir nevi “okul” olma görevine de talip oluyordu. O yüzden sinemaya birçok farklı yönüyle bakan bilgilendirici yazı dizilerine, saklanacak nitelikte dosyalara ve kapsamlı analizlere bolca yer verdi.
Doğrusunu isterseniz işin bu tarafından bakınca, sözünü ettiğim türden yazılar yazan, özel olarak bu tür yazıları seven biri olarak ben bile Mehmet’in bazen şansını zorladığını düşündüm. Özellikle kendi yazılarım için bile Mehmet’e defalarca “Mehmet, emin misin, bir ana akım dergide bu kadar uzun yazı riskli değil mi?” gibi sorular sordum… Neyse ki Mehmet her seferinde bana, “Merak etme, bizim derginin okuru okur böyle yazıları,” dedi de devam ettik.
Bunca zaman sonra, sadece çalıştığınız bir yayın organı değil, hayatınızın önemli bir parçası haline gelmiş olduğunu tahmin ettiğimiz Sinema Dergisi kapatılınca neler hissettiniz?
Dürüst olmam gerekirse kafamda oluşan ilk cümle “İnanamıyorum, daha demin sekiz sayfa Coen’ler yazısı gönderdim!” oldu. Nitekim gönderdiğim yazı mail’ine cevaben Senem’in (Senem Erdine – derginin genel yayın yönetmeni) yolladığı mail ile derginin kapatılmış olduğunu haber aldım… Ve ekranımdaki yazıya bir süre idrak edemeyerek baktım. Evet, teorik olarak böyle bir şeyin olabileceğinin farkındaydım tabii, ne de olsa dergiciliğin gidişatı malum… Ama yine de Sinema gibi her şeye rağmen 19 yıl ayakta kalmış bir derginin iki dudak arasından çıkmış birkaç kelimeyle bir anda merasimsizce buharlaşıp gidişini, sizin yıllar içinde belki hayli duygusal anlamlar yüklediğiniz bir yayının böylesine elin tersiyle rakamlara indirgenip üzerinin çizilmesini kabullenmek zor.
Her şeyden önce sinema dergiciliği için üzüldüm: Bu dergilerin çok uzun süredir okuru ve epeyce bir süredir de yazarı olarak, hem sinema yazarları hem de sinema yazını okurları için berbat bir haber bu bence. Zaten sinema dergisi çıkarmaya pek az yayın grubunun sıcak baktığı bir ortamda, hepimiz için daha da kara bulutlar demek çünkü. Tamam, belki sinema dergileri, hatta genel olarak kültür sanat dergileri, çıkabildikleri zaman da arkalarında hatırı sayılır bir destek görmüyor, o yüzden de bu dergileri çıkarmaya devam etmek epey zorlu ve yorucu bir iş… Fakat yine de her şeyden önce okur kitlesi için sinema dergilerinin var olmaya devam etmeleri, bizim bu yayınları bir şekilde ayakta tutmanın yolunu bulmamız lazım. Sinemaseverler için, Sinema’nın çizgisinde bir derginin mutlaka olması gerekiyor bence.
Şahsen ise, 19 yıl yazmış olduğum bir mecranın birdenbire ortadan kalkması ciddi bir boşluğa sebep oldu elbette. Böyle uzun süredir tanıdığım ve arkadaşlarım olan bir ekibin dağılmasının verdiği üzüntü bir yana, sevdiğim, yazmak istediğim türde bir sinema yazını mecrasını da yitirmiş oldum şimdi. Eh, bünye alışınca insan yazı konusu düşünmekten, kafasında yazı kurmaktan kolay kolay vazgeçemiyor da. O yüzden şimdilik kenara not almakla yetiniyorum.
Lisans eğitiminizi İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerinden tamamladınız. Sinema yazarlarının sıklıkla sinema okuyanlar arasından değil batı filolojisi okuyanlardan çıktığını görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir? Ve İngiliz Dili ve Edebiyatı okumanın sinema yazarlığınıza ne yönden katkısı oldu?
Sanırım bu duruma getirilebilecek en yalın açıklamalarından biri, sinema yazarlığının sinemacılık değil, yazarlık olması. Sinema sektörünün değil, yayıncılık sektörünün bir parçasıyız ve meslek grupları söz konusu olduğunda adımız sinemacılarla değil yazarlarla anılmalı; en azından şahsen kendimi film çeken sinemacıdan çok kitap yazan romancıya yakın görürüm. Edebiyat okumak hem yazarlığa epey katkıda bulunuyor hem de insana son derece faydalı bir metin inceleme tedrisatı veriyor. Metinlere ne yönlerden bakabileceğiniz konusunda ufkunuzu açıyor. Ama tabii burada şunu da söylemeli: Salt edebi bakış açısı bir filmi etraflıca okuyabilmek için yeterli değildir çünkü sinemanın “metin”i, bildiğimiz anlamıyla öykünün ve söylenenlerin ötesine taşar. Son derece zengin bir görsel-işitsel unsurlar dünyası devreye girer.
Bana katkısına gelince, hem klasikleri okuyup inceleme fırsatı bulmak hem de eleştirel yaklaşımları öğrenmek açısından İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitiminin çok faydasını gördüm. Zaten üniversiteye başlamamla sinema yazarlığına başlamam aynı zamana denk geliyor, dolayısıyla aynı anda hem okullu hem de alaylı yetiştiğim söylenebilir – gerçi iş yüzünden okula pek az gidebiliyordum ama bu eksiği gidermek için okumam beklenenden daha çok kitap okuyordum. İşin sinemasal birikimle ilgili kısmı ise çok film gören bir aileden yetişme, çok sinemaya götürülme, babamın 80’lerde video kulüp sahibi olması sayesinde iyili kötülü (çoğunlukla da kötülü ama hiç mi hiç pişman değilim!) sürüyle film izleme, akabinde de 90’lar başında sinema kültürünün İstanbul’daki giderek büyüyen kalbini, yani Film Festivali’ni sıkıca takip etme ve sinema üzerine bulduğum ne varsa okuma gibi talihli bir tesadüfler-girişimler işbirliğine emanetti. Sinema üzerine yazarken iki taraf bir şekilde iç içe geçti.
Edebiyat ve sinemanın birbirlerini ne yönden beslediğini düşünüyorsunuz?
Çoğumuzun bildiği, farklı suretlerde tekrar tekrar anlatılan “büyük öyküler”in hatırı sayılır kısmı edebiyatın bize hediyesi. Ayrıca edebiyatta ortaya çıkıp serpilmiş bazı mefhumlar, sinemaya da taşınıp orada tutunmayı başarmış: Türlerden kahraman çeşitlerine, öykü anlatma tekniklerinden işin “alıcı” tarafı olarak bir öyküden neler beklediğimize varıncaya kadar edebiyatın tecrübesi sinemaya biçimlendirici nitelikte katkılarda bulunmuş. Nitekim ilk döneminden itibaren sinema, öykü kaynağı olarak gözlerini edebiyata çevirmekten hiç çekinmemiş.
Sinemaysa yeni dönemin gözde “öykü taşıyıcısı” olarak edebiyata kendini güncellemek için epey ilham kaynağı sundu; biçime ve anlatıma kafa yoran edebiyatçılar sinemanın kullandığı tekniklere kağıt üzerinde karşılıklar bulmaya çalışırken, çoksatan romanlar da popüler sinemanın sürükleyici temposundan ilham aldılar.
Ancak tabii nihayetinde ikisinin temelden farklı anlatım alanları ve öykülerle farklı etkileşim kurma biçimleri olduğunu unutmamalı. O yüzden de bir öyküyü birinden diğerine taşırken aslında son derece bozguncu bir tercüme yapıyorsunuz – zaten bu sayede de işler epey ilginçleşebiliyor ya!
Oscar, Altın Küre ve meslek birliklerinin ödülleri, yani genel olarak sinema sektöründeki ödül kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Sinemaya önemli bir katkı mı yoksa olmasa da olur mu?
Açıkçası pek yakından takip etmiyorum, ama nihayetinde ödüller iyidir. En çok da zaten çok geniş kitlelere ulaşmış filmlerin dışındaki filmlere dikkat çekebildikleri için. Sinema yazarları da bu işi yapabiliyor, ama elbette ki ödüllerin, özellikle de büyük ödüllerin apayrı bir etkisi var.
O yüzden “olmasa da olur” diyemeyeceğim. Önemli olan, ödülleri nihai yargı ya da matematiksel bir kesinlikle, sarsılmaz bir kriterler örtüşmesiyle nokta atışı yapmış “otorite patlamaları” olarak görmemek. Çoğu yarışmanın jürisinde birkaç değişiklik yaptığınız zaman ortaya farklı bir ödül çıkacaktır, o yüzden ödüllerin (özellikle de dar jürili olanların) nihayetinde epeyce bir öznellik taşıdığını unutmamalı. Kitlelerin beğeni ortalamasına yakın bir şey isteyenler için nasılsa imdb.com var.
Türkiye sinemasının son yıllarda içinde olduğu senaryo açmazı hakkında fikirleriniz neler? Bazı istisnalar hariç hikâyesi olmayan, sadece güzel karelerden oluşan birtakım filmler zamanla azalacak mı yoksa bu trend devam edecek mi sizce?
Temelde sorun şu şekilde özetlenebilir sanırım: Ana akımın dışında çalışan yönetmenler (ki bunları kabaca “festivallere yönelik film çeken yönetmenler” olarak da niteleyebiliriz) kendi öykülerini anlatmak istiyorlar (ki burada “öykü”yü epey geniş anlamda kullanıyorum)… O yüzden de başka senaristlerle çalışmaya, başkasının yazdığı bir öyküyü anlatmaya çok da sıcak bakmıyorlar. Tamam, sinema senaryodan öte bir şeydir ama sinemayı öykü kurma konusunda çok donanımı olmayan yönetmenler sürüklerse, karşımıza etkileyici öyküleri olmayan filmler çıkar. Dünyasını tamamen gösterdiği imgeler üzerinden kuran, hatta sadece öykü anlatıcılığından değil giderek öykü anlatma niyetinden de uzaklaşan, daha çok şiir ya da müzik ya da öyküyle tanımlanmamış görsel sanatlar gibi işleyen bir sinema…
Bunun da gayet geçerli bir sinema yapma biçimi olduğunu ve kendi adıma bu tür sinemadan epey keyif de aldığımı söyleyebilirim ama doğrusu sinema koltuğuna oturup iyi kurgulanmış bir öykü izlemek istediğimiz zamanlar için Türk sinemasının bize sunduğu çok da etkileyici seçenekler yok maalesef. Sadece festival filmlerinde de değil üstelik, popüler sinemada da yok. Çünkü malum, ana akım sinema tarafında da tür ve yıldız bazlı, basite oynayan bir anlayış hüküm sürüyor. Tamamen tipleme ve espri üzerine kurulu, skeç kültürünün çocuğu olan komediler ve en temel manipülasyon biçimlerinden medet uman (dolayısıyla da benzeri birkaç film görenler için son derece kaba kalan) melodramlar ve aşk öyküleri.
İşin aslı şu ki sinemamızda şu anda öyle sağlam ve sofistike bir öykü anlatma kültürü yok, bu yakınlarda yeşereceğine dair de ortalıkta pek bir emare görünmüyor.
Çağımızın önemli, belki de en önemli oyuncularından Philip Seymour Hoffman geçtiğimiz günlerde beklenmedik biçimde hayatını kaybetti. Kendisini sever miydiniz, öldüğünü duyunca neler hissettiniz?
Günümüzün en önemli, en etkili oyuncularından biriydi Hoffman, o yüzden üzüldüm tabii. Şahsen çok sevdiğim bir değil birçok performansı var, Happiness’tan başlayarak.
Öte yandan böyle durumlarda insan ister istemez duyduğu üzüntünün niteliği üzerine de düşünüyor. Nihayetinde çok büyük kısmımız Hoffman’ı tanıyor değiliz ama bazımız onu kaybetmeyi sadece “bir daha filmini izleyemeyeceğiz” şeklindeki o dürüst seyirci düşkırıklığı üzerinden yaşamıyoruz, bir de hakikaten tanıdığınız birini, bildiğimiz bir “şahsiyet”i yitirmeye benzer bir duyguya kapılıyoruz. Bu da bence o oyuncuların performanslarıyla (ve bazen set dışında da sürdürdükleri “persona”larıyla) hayatımıza ve zihnimize ne kadar nüfuz edebildiklerinin, onların canlandırdığı karakterlerin –tıpkı etkili roman kahramanları gibi– kafamızda nasıl bir gerçeklik kazandığının ispatı.
Son olarak, okurlarınızın en çok merak ettiği şeyi sorayım: basılı veya online bir platformda sinema üzerine yazılarınızı okuma fırsatı bulabilecek miyiz bundan sonra?
Doğrusu şu anda durum hayli belirsiz. Bir taraftan Sinema dergisini devam ettirmenin yollarını arıyoruz, özellikle de derginin genel yayın yönetmeni Senem Erdine yoğun şekilde bununla ilgileniyor. Açıkçası bu durum kesinleşene kadar da alternatif bir yazı mecrası düşünmüyorum. Ancak Sinema’nın devam edemeyeceğini kesin olarak anlarsak başka mecra bakacağım ki ne tür yazılar yazmayı sevdiğimi düşününce sanırım benim için en uygun mecra online olacaktır. Böyle bir şey gerçekleşene kadar da biraz ara vermenin zararı yok; hatta insan böyle uzun süre aynı konularda yazdığında, yararı bile olacağını düşünüyorum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.