30’lar, 40’lar, 60’lar, 80’ler, savaş yılları, ekonomik buhran dönemleri, dünyanın kana bulandığı, sonra yeniden umutla ayağa kalktığı on yıllar herşeyden çok sanat akımlarıyla hatırlanır. Bilincimiz veya bilinçaltımız o dönemin kötülüklerini pek hatırlamaz. Güzellikler, birbirinden değerli sanat eserleri ve dönemin farklı tarzları aklımızda daha kalıcı yer eder. Hayatı depresyon içinde geçirmemek adına insanlık büyük travmaları, acıları unutma yolunu seçer. Sadece iyi yönlerini hatırladığımız dönemlerin nostaljisi, yaşadığımız kötü zamandan kopmamızı ve farklı dünyalara ışınlanmamızı sağlar. Sezen Cumhur Önalvari bir tamlama kurarsak “Eski zamanlardan tatlı esintiler” ararız. Yaşadığımız dönemde bu esintilere her zamandan çok daha fazla ihtiyacımız var. Çirkinliklerin tavan, insanlığa ait tüm güzelliklerin taban yaptığı günler, aylar, yıllar yaşıyoruz. La La Land tüm iyi sinematik özelliklerinin yanında başka zamanın esintilerini, ruhumuza taşıyarak beğenimizi kazandı ve hepimizi günümüz gerçeklerinden kopardı.
Bu zamandan kopma halini övmemiz günümüzde gelişen ve her yıl iyi örnekleri ortaya çıkan gerçekçi sinemaya, insanların acılarını, depresif hallerini olduğu gibi perdeye taşıyan filmlere bir itirazımız olduğu şeklinde algılanmasın. La La Land’in de yeni dönem karamsar ve neorealist sinemaya bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Hatta şarkıları ve üzerinde özel çalışılmış etkileyici sahneleri çıkardığınızda geriye maddi sıkıntılar ve imkansız bir aşkla bezeli karanlık bir senaryo kaldığı bile söylenebilir. La La Land, bu gerçek/kurgu karşıtlığının farklı bir yerinde duruyor. Görkemli bir müzikal olmayı değil sinema tarihinde naif bir gezinti yapmayı tercih ediyor. Chazelle, sadece belirli sahnelerde yaptığı göndermelerle değil, her sahneye gösterdiği özenle eski ustalara saygı duruşunda bulunuyor.
Yaşadığımız nostalji, sadece görüntülere, müziğe ve tarza olan hasret hali değil. İnsanın kendini güvende hissettiği, günlük hayatında daha fazla doğruyla, dürüstlükle, güzelliklerle karşılaştığı yıllara duyulan bir özlem . Günümüzün hızlı ve özensiz dünyasını gördüğümüzde, mesleklerine, sanatlarına saygı duyan insanların, büyük bir sükunet, sabır ve metanetle işlerini iyi yaptığı yıllara özeniyoruz. La La Land daha ilk sahnesinden sanatın ve zanaatin bir arada yürüdüğü o ince düşünülmüş, iyi kurgulanmış, üzerinde çok çalışılmış filmlerin geleneğine selam çakıyor. Özellikle koreografinin, diyalogların müziğe döndüğü o sihirli anların, sahne ışıklarının, kontrast renklerin, şarkıların üzerine aylarca yıllarca çalışan ustalar Stanley Donen, Charles Vidor, Robert Wise’ın dikkatini görüyoruz filmde. Müzikal türün “Herkes bir anda şarkı söylemeye başlıyor, bana çok yapmacık geliyor” tuzağına düşmeyen, herşeyin doğal akışı içinde yaşandığı güzel bir hikaye ve şarkılarla bezeli bir film ortaya çıkıyor.
Aslında amerikan sinemasının bu sinema stilini yaşatması çok zor değil. Özellikle Broadway’deki büyük prodüksiyonlar hem dansçı/şarkıcı, hem de sahne düzenlemesi gibi konularda büyük bir ustalıkla çalışan kadroları bir araya topluyor. Ama günümüzde endüstrileşen tüm mesleklerde olduğu gibi Hollywood da güzel bir şarap eşliğinde yenilen yemek yerine fast-food’u önümüze boca ediyor. La La Land, Hollywood’un dışında kalmadan, sinema endüstrisine karşı durmayı becerebiliyor. Günümüzün en iyi yönetmenleri bile patlamalar, bilgisayar efektleri, kan, uçsuz bucaksız görkemli sahnelerden medet umarken, Chazelle büyük bir ihtimalle tarih profesörü annesi ve bilgisayar bilimleri profesörü babasının kendisine kazandırdığı alışkanlıkları kullanıyor. Başka filmlerde klişe olarak adlandırabileceğimiz sahneleri “dikkat ve özenle” işleyince ortaya sinefilleri aralıksız olarak heyecanlandıracak sahneler çıkıyor.
Filmin konusuna ve oyuncularına geldiğimizde de Chazelle’in dediği gibi “Eski Hollywood çiftlerine en yakın ikiliydiler” sözleriyle tanımladığı Ryan Gosling ve Emma Stone’un performanslarını görüyoruz. Ryan Gosling’in eski ağır yıldızlarda gördüğümüz kendini çok sıkmadan becerebildiği inandırıcı oyunculuğu, Emma Stone’un ise özellikle audition sahnelerinde en üst noktaya ulaşan, yüzünü ve mimiklerini olağanüstü kullanma yeteneği Chazelle’in işini kolaylaştırmış.
La La Land’de üstüne laf etmeden geçmememiz gereken bir de aşk hikayesi var. Film boyunca mutluluklarını beklediğimiz, mürüvvetlerini görmek istediğimiz, her geçen sahnede daha çok özdeşleştiğimiz Mia ve Sebastian, yaşadıkları mükemmel anlarla dolu aşkı, bir anlamda kariyerlerine tercih ediyorlar. La La Land’in tanımı ingilizce sözlüklerde “a euphoric dreamlike mental state detached from the harsher realities of life”, yani “hayatın zorlu gerçeklerinden kopmuş, rüya dolu ve coşkulu bir bilinç durumu” olarak geçiyor. Filmin sonunda hayatın acı gerçeklerinin rüyalara karşı galip gelmesini üzülerek izliyoruz. Son sahnedeki çiftimizin acı gülüşleriyle verdiği selam, film boyunca kendi kafamızda kurduğumuz La La Land’i yıkıp geçiyor. Filmdeki tadında bırakılmış romantizmden alacağımız ders, kendi hayatınızdaki La La Land’in, ancak gerçekten sevdiğiniz, her konuda anlaştığınız, birlikte gülmekten, eğlenmekten zevk aldığınız ve en önemlisi hayatın acı gerçeklerine birlikte karşı koyabileceğiniz birini bulduğunuzda gerçek olabildiği…
Gerçek aşkınızı bulduğunuzda onu mesleğinizin ve hayallerinizin önüne koyun… La La Land gibi bir filmi izlerken bile “Bizim aşkımız daha derin ve güzel” deme şansını yakaladınız mı, sakın bırakmayın…
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.