Sinema tarihi, sahip olduğu zenginliği bünyesindeki filmler kadar film olmayı başaramamış, belli sebeplerle yarım kalmış olan yapımlara da borçludur. Özellikle tarihte iz bırakmış büyük yönetmenlerin uzun yıllar boyunca kafalarında tekrar tekrar çektikleri ancak asla tamamlama imkanı bulamadıkları projeler, günümüzde dahi her sinefilin zihnini meşgul etmekle kalmayıp, onu sürekli bir “acaba?” sorusuna yöneltmektedir. La Mancha bu acabaların en sık sorulduğu yer olabilir.
2001: A Space Odyssey’den sonra kariyerinin zirve noktasını “Napoleon” filmi ile süslemek isteyen Stanley Kubrick, oyuncuları, dekorları, kostümleri ve hatta senaryoyu da hazırlamasına rağmen yapımcı firma ile yaşadığı büyük sorunların da içinde bulunduğu pek çok nedenden ötürü Napoleon projesini iptal etmek zorunda kalmıştı. Özellikle bastığı sanat kitaplarıyla oldukça büyük bir öneme sahip TASCHEN, Kubrick’in bu proje için çektiği tüm fotoğraflardan, senaryodan ve kostümlerden “Napoleon” adını verdiği bir kitap ortaya çıkardı. David Carradine, Salvador Dali, Orson Welles gibi isimleri bir araya getirmek isteyen Jodorowsky’nin Dune projesi asla aradığı maddi olanaklara kavuşamadı. Bu projelere birkaç ekleme daha yapmak da son derece mümkün: Kieslowski’nin ölümü sebebiyle yarım kalan Cennet, Cehennem, Araf üçlemesi, Tarkovski’nin Dostoyevski’nin Budala romanını uyarlama tutkusu… Ancak ben bu yazıda bir Don Kişot’tan bahsetmek istiyorum: La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Quijote’a gönül vermiş Terry Gilliam ve aklından asla çıkmayan “The Man Who Killed Don Quixote” projesinden…
“Don Quijote, Cervantes tarafından rahatsız bir hapishanede yazılmıştır.” Bu sözler ünlü Alman filozof Arthur Schopenhauer’e ait. Modern Avrupa’nın ilk romanını yazmayı başarmış Cervantes’in hapishaneye girene kadar yaşadığı hayatı incelediğimizde, yarattığı bu şövalye romanlarına bağlı, hayalperest, maceracı adamın yaşadıkları fazla uzak gelmiyor. Bir yaralanma vakasına karıştığı için İspanya’dan İtalya’ya kaçmak zorunda kalan, Osmanlı’ya karşı savaştığı deniz savaşlarında ise tutsak edilmiş bir yazar. Daha sonraları hakkında yazılan akademik makalelerde, hayatı boyunca verdiği her yanlış kararın sonucunu çekmiş olan Cervantes’in Don Quijote’u, yazarın kendisine karşı duyduğu nefretin dışavurumu olarak değerlendilir. Tüm bunlardan bahsedince 38 farklı dile çevrilmiş Don Quijote’un barındırdığı otobiyografik özellikler ve dönemi için ne kadar kapsamlı bir eser olduğu daha da iyi ortaya çıkıyor.
Don Quijote’u sinemaya uyarlama konusunda sıkıntılar yaşayan ilk yönetmen Terry Gilliam değil. 1957 yılında eline geçen bir televizyon projesini, sinematik bir tretmana çevirmeye karar veren Orson Welles, kendi Don Quijote’unu ve Sancho Panza’sını bile bulmuştu: Welles’in Don Quijote’u Meksika yapımı komedi filmleri ile tanınan İspanyol oyuncu Francisco Reiguera olacaktı. Proje asla gerçekleşmemiş olsa da Reiguera’nın kariyerine sağladığı katkı yadsınamaz, bu projeden sonra Reiguera, Luis Bunuel’in Simon of the Desert, Sam Peckinpah’ın western filmi Major Dundee gibi döneminde dahi sükse yapmayı başarmış projelerde yer aldı. Sancho Panza rolü içinse Ermeni asıllı Amerikalı oyuncu Akim Tamiroff, Welles’e göre biçilmiş kaftandı. Welles’in bir önceki projesi olan Mr. Arkadin (Confidential Report) filminde yer almış Akim Tamiroff, sonraları Jean-Luc Godard (Alphaville), Lewis Milestone (Ocean’s Eleven) gibi yönetmenlerle de çalışma imkanı buldu.
Orson Welles’in modern bir uyarlama çekme arzusu ve bu doğrultuda uçak, araba gibi dönemi için bile bulması zor ve yüksek bütçeler gerektiren istekleri projeyi bir kaosa, akabinde de iptale kadar sürükledi. Welles’in ölümünden yedi yıl sonra (1992), İspanyol yönetmen Jesus Franco’nun düzenlemeleri ile Welles’in Don Quijote’u yayınlandı, ancak yayınlanan bu sürüm bir hayal kırıklığı olmaktan ileriye gidemedi.
Eğer Don Quijote’u okumuş ve sinema ile ilgilenen insanlara mikrofon tutup bir Don Quijote uyarlaması kimin çekebileceğini sorsaydık alacağımız cevapların çoğu şuna benzerdi: “Hiç kimse. Hayır, hayır durun bir saniye! Terry Gilliam!” Elinizde 900 sayfa boyunca protaganist, hayalperest bir karakterin anlatıldığı bir kitap, ancak Terry Gilliam gibi uçsuz bucaksız bir sinema anlayışı olan bir yönetmen tarafından uyarlanabilirdi: Don Quijote; Time Bandits’teki hayalciliği, Monty Python’un kendisine has komedisini, Baron Munchausen’ın protagonist karakterini ve Brazil’in kaotik atmosferini tek başına bünyesinde içeren bir romandı.
Terry Gilliam’ın bir Don Quijote uyarlaması çekmeye tam olarak ne zaman karar verdiğini kestirmek güç. 1998’de çekimler başlasa da Terry Gilliam’ın bu uyarlama ile ilgili ilk fikirleri Baron Munchausen zamanına dayanıyor. Baron Munchausen sonrası bir Don Quijote uyarlaması çekmek daha en başından Gilliam’ın verebileceği en kötü karardı. Baron Munchausen, gişede büyük bir başarısızlık yaşamış ve Gilliam’ın sahip olduğu “büyük yönetmen” sıfatının sorgulanmasına sebep olmuştu. Gilliam, bunu hiç umursamıyor olsa da Baron Munchausen’dan sonra Amerika sinemasının büyük firmaları Gilliam’a kapılarını kapamıştı. Gilliam’ın sinema algısı ile Hollywood’un algısı çok farklıydı. Gilliam’ın protagonist karakterleri ve sinematografi anlayışı Hollywood için fazla eksantrikti.
Tüm bu sıkıntılar içerisinde Avrupa’ya giden Terry Gilliam; İngiliz, Fransız ve İspanyol yapımcılardan oluşan bir kadro ile bir araya geldi. Yapılan ilk görüşmeden sonra verdiği bir röportajda Fransız yapımcı René Cleitman’ın söyledikleri durumun ne derece zorlu olacağını ortaya koyuyordu: “Terry, arkasında Hollywood olmadan bir Hollywood filmi çekmek istiyordu, Avrupa sinemasının omuzlarında taşıyamayacağı bir film.”
Filmin cast’i, çekimlere başlamadan yaklaşık bir yıl önce belirlenmişti: Bretonyalı Fransız oyuncu Jean Rochefort, Gilliam’ın kafasındaki Don Quijote’tu. Bu rol için seçildiği an İngilizcesi rezalet durumda olan Rochefort, çekimlere kadar yedi ay boyunca İngilizce eğitimi aldı. Gilliam’ın yarattığı Toby Grisoni karakterini canlandıran Johnny Depp ise 1995’te Jim Jarmusch’un Dead Man, 1997’de ise Al Pacino ile Donnie Brasco filmlerinde yer aldı. Onu bu uyarlamaya ikna eden ise 1998’de Gilliam’ın yönettiği Fear and Loathing in Las Vegas filmindeki rolü oldu. Filmde yer alacak bir diğer önemli isimse Vanessa Paradis’ydi. Ancak Vanessa Paradis’nin ajansı ile yaşanan sorunlar Paradis’nin filme katılımını önemli ölçüde sekteye uğrattı.
Filmin çekimlerine Madrid’in dört saat kuzeyindeki Las Bardenas çölünde başlandı. İlk gün yaşadıklarıyla ilgili filmin tasarım ekibinden Benjamin Fernandez’in söyledikleri Gilliam’ın bu filme ne kadar büyük bir tutku ile bağlı olduğunu göstermekteydi: “Bütün filmi her detayına kadar kafasında öylesine komplike bir biçimde kurmuştu ki en zor iş kafasının içindeki filmi çözebilmekti. Don Quijote oydu: idealist, hayalperest… Bu filmle ilgili görebildiklerini hiçbirimiz göremiyorduk.”
Filmle ilgili sorunlarsa daha ikinci günden kendilerini göstermeye başladı. Aniden başlayan yağış pek çok ekipmanın kullanılamaz hâle gelmesine sebep oldu. Planlanan 32 – 40 milyon Dolar aralığındaki bütçenin dahi çok büyük bir problem olması yaşanan bu aksaklıkla yanyana gelince filmin tamamlanması ile ilgili ilk soru işaretleri de ortaya çıktı. O gün çekim ekibinin yaşadıkları “Chickens with no head running around” sözleriyle Lost In La Mancha belgeselinde yer aldı.
Çekimlerle ilgili her şey yolundayken filmin üç ülkenin ortak yapımı olması birtakım problemleri de beraberinde getiriyordu: kostümler İngiltere’de hazırlanırken o anki çekimler İspanya’da yapılmaktaydı, Rochefort ise sözleşmesi için Fransa’daydı. Tüm bu aksaklıklara bir de Rochefort’un sağlık sorunlarının eklenmesi, Gilliam’ın boyundan büyük bir işe kalkıştığının habercisiydi. Gilliam’ın yaptığı açıklamalar ise filmin onun için yeni bir Baron Munchausen fiyaskosu olmasından korktuğunu işaret ediyordu: “Munchausen’ın yapım aşamasında oyuncularımız vardı ama setimiz ve kostümlerimiz yoktu. Şimdi setimiz ve kostümlerimiz var ama oyuncularımız yok.”
Tüm bu yaşananlardan çok kısa bir süre sonra proje rafa kaldırıldı ve filmin telif hakları sigorta şirketine geçti. Terry Gilliam, arkadaşlarının yardımıyla altı ay sonra filmin telif haklarını tekrardan satın alabildi. 2013’te çektiği The Zero Theorem’den sonra film çekmedi ve yeniden “The Man Who Killed Don Quixote” için çalışıyor. Setten gelen son haberler çekimlerin bittiği yönünde… Ama bu film o kadar badire yaşadı ki, kurgu süreci de tamamlanmadan filme bitti diyemiyoruz.
İlk olarak Galatasaray Üniversitesi Sinema Kulübü fanzini Noir’da yayımlanmıştır
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.