Göz görmeyince gönül katlanır diye bir laf vardır. Modern toplumların da alamet-i farikasının bu olduğuna dair güçlü hislerim var. Her tarafa yerleştirilen kameralar sayesinde suç işlenmesi engellenmez ancak suçun yeri değiştirilir. Yani suçun neden işlendiği, nasıl işlendiği hatta suç olup olmadığı bile önemli değildir; sadece nerede işlendiği önemlidir. Ancak bu şekilde suç, “gönül” için katlanılabilir bir hal alır.
La Pianiste filminin anti-kahramanı Erika, kabul edegeldiğimiz normların dışında bir kadın. Sosyal hayattaki personası onu kırklı yaşlara kadar sorunsuz getirmiş. Fakat kendisine karşı ilgi duyan genç Walter sayesinde/yüzünden Erika özel yaşantısını dışarıya taşırıyor, yani kameraların önüne geçiyor ve devamı herkes için bir hayal kırıklığı.
Seyircisini tokat manyağı yapmayı seven Haneke, Le Pianiste filminde de tokatlarını fütursuzca savuruyor. Bundan yıllar önce filmi ilk seyrettiğimde nutkum tutulmuş, ağzım açık kalmıştı. En sıkı gerilim filmi, Haneke filmi kadar geremez insanı. Erika’nın hikayesi de hem münferit olarak, hem toplumsal genellemesiyle muazzam bir yapıt; bir başyapıt. Filmi henüz seyretmemiş olanlara yazıyı okumalarından ziyade, acilen filmi seyretmelerini tavsiye ederim. Öyle bir film ki hakkında farklı açılardan birkaç tez çıkar. Belki bu sebepten, belki de uzun süredir yazmadığım için beni de epey hırpaladı Le Pianiste.
Viyana konservatuvarında Schubert uzmanı bir piyano öğretmeni olan profesör Erika Kohut, annesiyle birlikte yaşayan bir kadın. Garip görünen bazı etmenler olsa da, sıradan ya da normal diyebileceğimiz bir yaşantıya sahip görünüyor. İlk başta! Sonra sonra görüyoruz ki, Erika normal görünen hayatının alt kademelerinde pek çok sapkınlığı (normlar çerçevesince) barındıran problemli bir karakter.
Hikayenin kırılma noktası olan, genç ve yetenekli Walter’ın Erika’ya ilgi duymasına kadar her şey gayet normal bir şekilde sürmektedir. Erika dışarıdan, medeni duruşunu sergileyen, prestijli bir profesör olarak hayatını sürdürmekte; özel yaşantısında ise narsist ve mazoşist pek çok açıdan kendini doyurmayı bir şekilde başarmaktadır. Fakat bu Walter konusuna girişmeden önce Erika’nın annesiyle olan ilişkisine dair birkaç söz daha söylemek gerekiyor sanırım.
Annesiyle birlikte yaşayan ve aynı odada uyuyan Erika’nın, annesiyle çok eski yıllara dayanan bir savaşı olduğunu ve bu savaşta hep yenildiğini görüyoruz. Aşırı korumacı ve otoriter anne, halen Erika’nın tüm hayatını kontrol etmeye çalışıyor ve çoğu zaman da bunu başarıyor. Erika’nın problemlerinin bir kaynağı olması gerektiğini düşünenler için, anne ideal bir nedensel kaynak gibi duruyor. Gerçi, Haneke bu kaçamağa pek göz yummuyor. Hatta Erika’nın öğrencileri üzerinden bu durumun Erika’ya özel olmadığını da yer yer vurguluyor.
Walter’a geri dönecek olursak; Erika, yılların getirdiği tecrübeyle Walter’ın yaklaşma girişimlerini şiddetle reddediyor başta. Fakat yakışıklı, yetenekli Walter aynı zamanda inatçı da olduğundan Erika’nın setlerini yıkmayı başarıyor. Fakat setler yıkıldığında görmeyi düşlediği şeyle karşılaştığı söylenemez.
Walter’a kendi mazoşist fantezilerini madde madde listeleyen Erika –ki bu maddelerde annesine de yer ayrılmış- karşısında Walter ne yapacağını ya da ne yapması gerektiğini şaşırıyor. Burjuva bir ailede yetişmiş, sporla uğraşan, müzikte yetenekli genç mühendis afallıyor. Başta Walter’a karşı kuralcı ve otoriter takılan Erika, Walter geri adım attığında tüm kurallarını bir tarafa atıp Walter’a gidiyor. Erika için Walter öyle ya da böyle bir özgürleşme umudu. Başta cekedini alta astırmadan kendi normlarını dikte etmeye çalışsa da Walter’ı kaybetme korkusuyla her şeyden taviz vererek yeniden zorluyor ve sonunda Walter Erika’nın fantezilerini fazlasıyla yerine getiriyor; annesi yan odadayken Erika’ya tecavüz ediyor.
Yukarıda Walter’dan bahsederken bir dolu sıfat saydım. Genç, karizmatik, hem sporla ilgileniyor, hem mühendis, hem müzikte yetenekli, hem burjuva bir ailenin yakışıklı çocuğu. Bunları tekrar etmemin sebebi, film boyunca normların dışında alışkanlıkları olan Erika’ya odaklanıyoruz ve seyirci olarak bazı aşırılıklarda ister istemez onu yargılıyoruz. Onu anormal olarak etiketliyoruz ve hikaye bir anda münferit ve minimal bir hal alıyor derken, normalliğin idea’sı olan Walter’ın dönüşümüne (?) şahit oluveriyoruz. Filmin başlarında Erika’yı anlamaya, tanımlamaya çalışan seyirci olarak Walter’ın şaşkınlığını taşıyan bizler, farkında olmadan Walter’ın safında yer alıyoruz ve Erika’ya hep birlikte tecavüz ediyoruz. Sahi, Erika’nın da istediği bu değil miydi zaten!
Öğrencisinin cebine kırık camlar koyan Erika, eline geçirdiği bıçakla konser salonuna gidiyor filmin finalinde. Walter’ı görüyor. Walter ise normal hayatına hemen adapte olmuş şen kahkahalarla salonu inletiyor; herkesin gözdesi Walter. İkiyüzlü Walter. Hiçbir şey olmamış gibi Erika’nın yanına geliyor; ne bir utanma, ne bir tedirginlik. Göz görmeyince gönül katlanıyor; şimdi kameraların önünde Walter. Herkes salona giderken Erika elindeki bıçağı kendi omzuna saplıyor.
Haneke bizi Erika’dan vuracak sanırken Walter’dan çakıyor tokadı yüzümüze.
Hiçbirimiz, birbirimize itiraf edecek kadar salak değiliz tabii. Ben de bir şey itiraf edecek değilim, sonuçta son derece sağlıklı ve normal bir toplum ferdiyim… kameraların önünde. Ancak Haneke bizim samimiyetimize pek inanmıyor sanırım.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.