Leonardo DiCaprio global şöhrete kavuştuğu Titanic filminden beri prestijli projeleri kovalayan bir isim. Johnny Depp, Brad Pitt, Matt Damon, George Clooney gibi pek çok yıldız oyuncunun aksine DiCaprio sıradaki projesini belirlerken kılı kırk yaran birisi. Yıllarca hedefinde Oscar’a uzanma hayali olduğu için sadece usta yönetmenlerle çalıştı. Pek çok oyuncunun aksine sürekli filmlerde oynamak yerine yılda en fazla iki filmde oynamakla yetindi. Yüzlerce proje arasından bu iki filmi de belirlerken titiz davrandı. Filmografisine bakıldığında diğer oyuncuların aksine az filmde oynadığı ama genelde dramaları, biyografik filmleri tercih ettiği, herkesin oynamak için can attığı DC/Marvel projelerinden ve diğer gişe filmlerinden uzak durduğu görülebilir.
DiCaprio, Depp veya Clooney gibi bağımsız filmlere de yüz veren birisi değil. Bu yüzden Titanic sonrası kariyerindeki neredeyse tüm filmler pahalı yapımlar. Küçük bütçeli, Sundance’de gösterilebilecek, tanınmayan bir yönetmenin çektiği bir projede yer alan birisi değil DiCaprio. Ya da ünlü bir yönetmenin bağımsız filminde de yer alan birisi değil veya Avrupalı/Uzakdoğulu yönetmenlerin peşinde koşturacak birisi de değil. Oynamayı planladığı, oynadığı, iptal edilmiş tüm projeleri bunun kanıtı. DiCaprio her daim orta/büyük bütçeli, ödül potansiyeli taşıyan filmlerde rol alan, genelde ununu elemiş eleğini asmış yönetmenlerle çalışan bir oyuncu. Titanic‘te James Cameron‘la çalışan aktör bu filmden sonra sırasıyla şu yönetmenlerle çalıştı:
Randall Wallace –Braveheart‘ın senaristi- (The Man in the Iron Mask), Woody Allen (Celebrity), Danny Boyle (The Beach), RD Robb (Don’s Plum), Martin Scorsese (Gangs of New York), Steven Spielberg (Catch Me If You Can), Scorsese (The Aviator, The Departed), Ed Zwick (Blood Diamond), Ridley Scott (Body of Lies), Sam Mendes (Revolutionary Road), Scorsese (Shutter Island), Christopher Nolan (Inception), Clint Eastwood (J. Edgar), Quentin Tarantino (Django Unchained), Baz Luhrmann (The Great Gatsby), Scorsese (The Wolf of Wall Street, The Audition), Alejandro G. Inarritu (The Revenant), Tarantino (Once Upon A Time in Hollywood).
Titanic sonrası kariyeri bu şekilde. Scorsese’den Spielberg’e, Eastwood’tan Scott’a, Allen’dan Nolan’a dek sürekli usta isimlerle çalıştı, onların ödül alabilecek projelerinde çalıştı -tabii ki kağıt üstünde ödül alabilecek gibi görünse de her filmi ödül sezonunda parlamadı. Mesela J. Edgar kötü çıktığı için ödül sezonunda konuşulmamıştı-. Bu açıdan bakıldığında göze çarpan ilk film Don’s Plum oluyor, ki aktör çok geçmeden bu filmde oynamaktan pişman olup filmi yasaklatmıştı. Film 95-96’da çekilmiş, ama Tobey Maguire‘la DiCaprio açtıkları davayı kazanınca filmin Amerika ve Kanada gösterimleri yasaklanmıştı. Bu yüzden ancak 2001’de ABD/Kanada dışında gösterilebilmişti. Filmin yönetmeni Robb 2015’te filmini internet sitesinde yayınlamıştı. Don’s Plum, DiCaprio’nun şöhret olmadan evvel yer aldığı küçük bütçeli filmlerden. Aktör Titanic öncesinde Critters 3, Poison Ivy, This Boy’s Life, What’s Eating Gilberg Grape, The Basketball Diaries, The Quick and the Dead, Total Eclipse, Romeo + Juliet ve Marvin’s Room gibi orta/küçük bütçeli dramalarda yer almıştı. İşler ünlendiğinde, özellikle heyecanla rol aldığı The Man in the Iron Mask ve The Beach filmleri aktörün büyük popülaritesine rağmen gişede iki seksen yattığında değişti. Bu iki filmden sonra aktörün kariyerini değiştirdiği, daha az risk aldığı görülüyor.
Gelelim rol seçimlerine. DiCaprio kariyerinin başından beri gerçek kişileri oynuyor -mesela Total Eclipse‘ta gay yazar Rimbaud‘u oynamıştı-. Ama özellikle Titanic sonrasında sıkça biofilmleri tercih etti, halen de bu projelerle ilgileniyor. O kadar çok gerçek kişiyi oynadı ki… Uyuşturucu bağımlısı Jim Carroll (The Basketball Diaries), FBI’nın kurucusu J. Edgar Hoover (J. Edgar), dolandırıcı Frank Abagnale Jr. (Catch Me If You Can), milyoner iş adamı Howard Hughes (The Aviator), dolandırıcı Jordan Belfort (The Wolf of Wall Street). Aktör, Rus kraliyetinden Rasputin’i, Amerikan başkanı Roosevelt’i, ressam Leonardo Da Vinci’yi, seri katil H.H. Holmes’u, General Ulysses S. Grant’ı ve daha nice gerçek kişiyi de oynamak istedi/istiyor. Yani DiCaprio prestijli biofilmlerden de uzaklaşmayacak gibi görünüyor. Yalnız, DiCaprio’nun Oscar için takım elbiseli pek çok kişiyi oynadıktan sonra Oscar’a ancak takım elbiseyi çıkarttığı filmle (The Revenant) ulaşması da dikkat çekici.
Bu arada oynadığı gerçek kişilerin ortak tarafları ailevi sorunları var. Hoover’ın annesiyle, Frank’in ve Jordan’ın babalarıyla problemleri vardı. Hughes ise çocukluğundan beri pek çok konuda takıntılı, annesini özleyen birisi olarak yansıtılmıştı. Aktörün biofilmler dışında da dramatik rolleri tercih ettiği görülüyor. İntikam peşindeki Hugh Glass, bir türlü mutlu olamayan, eşiyle sorunları olan Frank Wheeler, köstebekliği nedeniyle psikolojisi allak bullak olan Billy, babasının intikamını almak isteyen Amsterdam, Ürdün’de hayatı tehlikeye giren CIA ajanı Roger, sevdiği kadın için zenginleşen ama kadınla birlikte olamayan Gatsby, bir cinayeti araştırdığını sanan ama gerçekte hayatındaki trajik bir olayı unutmaya çalışan Teddy ve eşi intihar etmiş Cobb. Ama her zaman dramatik rolleri oynamadı. Tarantino’nun filminde son 30 dk’da ortaya çıkan ırkçı Calvin, Sam Raimi‘nin bol yıldızlı western filmi The Quick and the Dead‘teki Kid -gerçi bu karakter de babasıyla sorunları vardı ama bu mevzu dramatik bir şekilde işlenmemişti- ve Titanic‘teki Jack rolleri arkaplanda dramatik bir öyküleri olmayan karakterler sayılabilir. Bir de Arnie Grape karakterini unutmamak gerek. DiCaprio bu rol için “oynadığım en eğlenceli roldü” demişti.
En iyi performanslarına değinmeden olmaz. Henüz 19 yaşındayken oynadığı engelli Arnie rolünde çok iyiydi. Başrolü üstlenen Depp’in gölgesinde kalmamış, göründüğü her sahnede aktörden rol çalabilmişti. Titanic‘te iyi bir performans veren DiCaprio özellikle Scorsese’nin filmlerinde parladı. The Aviator‘daki Howard Hughes performansı, Shutter Island‘ta kendisini dedektif sanan, akıl hastası rolündeki performansı çok iyi. The Departed‘ı da anmak gerek. Frank Costello (Jack Nicholson) adlı gangsterin çetesine girmeyi başaran ama Costello’nun suçlarına tanık ola ola, kimliğinin açığa çıkma ihtimali nedeniyle psikolojisi bozulan Billy rolünde de oldukça iyiydi. The Revenant‘ta da iyiydi ama bu bahsettiğim rollerle Oscar’ı -bence- daha fazla hak etmişti. Çocukluğundan beri sektörde olan DiCaprio kariyerine (şimdilik) 29 film, 2 kısa film ve 7 dizi sığdırdı. Tüm yapımlarında iyi performanslara imzasını atan (ama The Man with the Iron Mask gişede batınca Razzie’nin en kötü aktör ödülünü kazanan, The Beach‘le bu dala son kez aday gösterilmişti) aktör Oscar’a dört kez aday gösterilip 5. kazanmıştı.
Yıllardır şirketi AppianWay’le yapımcı kimliğiyle de projeler üreten DiCaprio özellikle iklim değişikliği, hayvan katliamları, çevre kirliliği gibi günümüzün büyük sorunları üzerine belgeseller yaptırıyor, tüm dünyada farkındalık yaratmaya çalışıyor. Aktör sosyal medya hesaplarını da bu mühim sorunları irdelemek için kullanıyor. DiCaprio Oscar kazandıktan sonra verdiği neredeyse dört yıllık arayı çekimleri tamamlanan Once Upon A Time In Hollywood‘la sonlandırdı, bu filmi Temmuz 2019‘da izlerken aktör o sıralarda Martin Scorsese’nin filmi Killers of the Flower Moon‘da rol alacak, galiba tekrar takım elbiseli bir ajanı oynayacak. Yapımcı kimliğiyle hazırladığı projeler arasında çevreye duyarlı bir süper kahramanı konu alan Captain Planet filmi de yer alıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.