Paul Thomas Anderson geri dönüyor
Paul Thomas Anderson’un uzun zamandır beklenen yeni filmi Licorice Pizza, kendini ait hissettiğin yere kendini konumlandırmak üzerine sinemayla yazılmış nostaljik bir büyüme hikayesi olarak adlandırılabilir. San Fernando Vadisi’nde geçen film yönetmen açısından kısmen otobiyografik öğeler de içeriyor diyebiliriz. Kendini ciddiye almak isteyen ama bir yandan da bunun pek bir önemi olmadığını vurgulayan bir aşk hikayesi olarak da filme bakabiliriz.
Yönetmen önceki filmleri “Boogie Nights” ve “Inherent Vice”ın dokularını birleştirerek, karşımıza bu sefer reşit olmadan büyük düşünmek üzerine yani bir anlamda geleceği düşleyen bir film sunuyor. Hollywood’un zaman zaman bağımsızlarında kullandığı formülü uygulayarak hicivli ve ayrıntılarıyla kendini ifade eden bir denklem yaratıyor. Amerikan rüyası olarak insanların hayatına giren girişimcilik ve kapitalizm temasını, kişisel hedefleriyle gelecek planlamaları arasında sıkışan karakterlerinin sırtına bir yük şeklinde bindiriyor.
Çocuk ve genç olmanın dayanılmaz ağırlığı yetmezmişçesine, bu duyguların iş hayatıyla beraber yoğunlaşarak bir ergenlik fırtınasına dönüşmesine vesile oluyor. Bir insan için önemli olan şey nedir sorusunu sorarken; önceliğin belirlenmesini önemsemiyor. İnsan geleceğini belirlerken de aşık olabilir ya da hayallerinin ve arzularının arasında kaybolabileceğini tasvir ediyor. Bu vesileyle karşımıza çok fazla ayrıntıcı ama bir anlamda da özünü hissetmemiz gereken bir iş ortaya çıkıyor.
ABD’nin Gençlik Şablonu
Trajik şekilde dünyadan ayrılan Oscar ödüllü oyuncu Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman’ın canlandırdığı Gary Valentine tam da ABD’nin vücut bulmuş hali şeklinde karşımıza çıkıyor. Bir yandan gelecekteki eşinin kim olacağına karar vermiş, bir yandan oyunculuk yapan ama en baskın tarafı ise girişimci bir kapitalist olması diyebiliriz. Hep sahip olmak istediği şeylerin üzerine giderek, kendince benimsediği olaylar üzerine kendini konumlandırıyor. Bir yandan istediklerini ifade ederken, öte yandan ulaşamadıklarını da sahiplenmek istiyor. Bu bağlamda 70’lerde yaratılmak istenen pes etmeyen ABD’li prototipini filminde kullanıyor.
Alana Haim’in canlandırdığı Alana ise ABD’nin kendini bir türlü bulamayan kayıp gençliğini sembolize ediyor. Sürekli kendi benliğine ulaşabilmesi için farklı şeylere ilgi duyan ama bir türlü aradığını bulamayan insanın vücut bulmuş hali gibi diyebiliriz. Bir yandan sistemin kodlarından kaçmaya çalışıyor. Ancak bu planı işlemeyince sistemin kurallarından ilerlemeye çalışıyor. Tabii erkeklerin hüküm sürdüğü iş dünyasının içinde maalesef sıkışıyor. Erkekler onu cinsiyetçi kodlarla şekillendirmeye çalışsalar da, onun şeklini almak istediği bir kap bulunmuyor. Bu yüzden de en saf duygularına tutunma gereği duyuyor. O da içgüdüleri ve cinsel çekim hissettiği kişilerin yolundan gitmek oluyor.
Böylece iki karakterin birbiriyle çatışmasını ve zıt kutupların birbirini çektiği bir dünya ile karşılaşıyoruz. Bu ikili Çehov’un roman karakterleri gibi kendi hayatlarının içinde bir yandan ötekine savruluyorlar. Farklı insan tipleri ile tanışıyorlar. Her iki karakter de ait olmayı istediği kişiyi bulmaya çalışıyor. Ama en sonunda hayatın tüm gerçekliğiyle yüzleşiyorlar. Biz kime ait olmayı seçersek seçelim, yine kendimizden başkasının değiliz duvarına tosluyorlar. Gelecekte gelmek istediğimiz noktalara gelmemizin kısa bir yolunun olmadığını fark ediyorlar. Tecrübelerimiz bizi şekillendirir ve en sonunda bizi biz yaparlar. Licorice Pizza da tam olarak bunu işaret ediyor.
Dönemin Ruhunun, Sinemanın Kalbinin Attığı Yer…
Güney Kaliforniya’daki Licorice Pizza isimli plak mağazası zincirinden ismini alan film, işte tam da o dönemdeki karmaşık duyguların atmosferine seyircisini çağırıyor. PTA dönemin şüpheci insanlarının yaşadıkları buhranları gençlerin gözünden görmemizi istiyor. Petrol krizi, polis korkusu, zengin ve ünlü insanların benmerkezciliği ve 70’lerdeki dünyanın sahibi gibi hisseden insanları… Hepsi gerçek ama bir yandan da rüyadaymışsınız gibi hissettiriyor. Çünkü doğrunun ne olduğunun bir önemi yok. Filmin tamamına yayılan bu his de, dönemin ruhunu böyle betimlemeyi tercih ediyor.
İki genç kahramanın gerçek dünyadaki ünlülere ve zamanın önde gelen isimlerine Zelig benzeri yakınlığına rağmen; Alana ve Gary’nin nefes nefese, coşkulu, çalkantılı, acı verecek derecede savunmasız ilişkisinin ince örülmüş ipliğini asla film boyunca kaybetmeyiz. Çünkü senaryonun ve filmin temelinde yatan nokta duygusal mantıktan başka bir şey değildir. Buna karşılık, Paul Thomas Anderson’ın cüretkar yöntemlerini ve fikirlerini ortaya çıkaran nokta, Haim ve Hoffman’ın spontane, ustaca, karizmatik, yüksek yoğunluklu ancak zarif bir şekilde uyum sağladıkları dengeli performanslarıdır. Yönetmenin önceki filmlerindeki karamsar hava bu performanslar sayesinde hayat dolu hale gelir. PTA, klasik Hollywood’un ve yıldızlarının mitlerini çürüterek, otantik bir yıldız olma tarzını yeniden icat etmeyi denemiş gibi gözüküyor. Haim riskli bir şekilde olgunlaşmamış tavırlarına rağmen, seyirciyi odak noktasında tutmayı başarıyor. Hoffman ise azimli enerjisine parlak bir masumiyet parıltısı veriyor. Her ikisi de ekranda sempatik bir tepkisellik yaratıyorlar. Gençliğin verdiği acelecilik hissi filmin tamamına yayılıyor. Tabii en sonunda Paul Thomas Anderson’ın kendi gençliğinden daha büyük bir şeyi anlatmaya çalıştığını fark ediyoruz: Gençliğin verdiği sinema hissini…