Lillian: Tuhaf Bir Yol Filmi

İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimlerinin onuncu gününde, Andreas Horvath’ın Lillian adlı Avusturya filmi yayınlandı.

New York’tan Alaska’ya oradan da memleketi Rusya’ya yürüyerek gitmek isteyen genç bir kadının öyküsünü bizlere sunan bu film, Amerikan rüyasını, Amerikan’ın içinde bulunduğu durumu ve günümüz problemlerinden biri olan mülteci konusunu, çok az diyalog ile bizlere birçok şey anlatmayı başarıyor.

1920larda yaşayan ve aynı şekilde Rusya’ya gitmeye çalışan bir kadının hikayesinden beyazperdeye uyarlanan bu film, görüntü açısından harika bir iş ortaya koyuyor. Mevsim değişiklikleri, doğanın kendini yenilemesini ve birçok zehirli atığın çevreye verdiği zararları, üzerine hiçbir cümle kurmadan, vurucu ve naif bir biçimde seyirciye sunuyor.

Tek kişilik bir yol filmi olmasından ve içerisinde çok az diyalog bulunmasından ötürü filmin temposu epey bir ağır. Lakin hikayeden ziyade, ekrana ve bizlere gösterilmek istenen materyallere odaklanınca, film seyirciye bambaşka bir haz veriyor. Amerika’nın yerel halkından, Kızılderililere onlardan da Amerika’nın mültecilere olan bakışını bizlere sunan bu yapım, anlatısını neredeyse hiç konuşmayan bir karakter üzerine kurunca, filmin keşif süreci tamamen seyirciye kalmış oluyor.

Görüntü yönetimi açısından muhteşem olan bu yapım, hikayesini gerçekliğe dayayınca belli bir noktadan sonra belgesel havasına girebiliyor. Bu yapıma belgesel gözüyle baktığımızda ise ana hikayenin dışından yeni bir şey keşfedebiliyoruz. New York’tan Rusya’ya giden genç bir kadın yerine, Amerikan toplumuna, yabancı birinin gözünden bakma fırsatı buluyoruz. Bu bakış süresince birçok olayla karşılaşıyoruz. Kızılderililerin ötekileştirme sürecinin altyapısını, yerel halkın uğraştığı doğal afet sorunlarını ve çevreye zarar veren zehirli atıkları yakından görme fırsatı buluyoruz.

Film, anlatmak ve göstermek istediği birçok öğeyi, ima ederek bizlere gösteriyor. Söylemek istediklerini direkt seyirciye sunmayan, ima eden bu yapımda, amatör oyunculara fırsat tanınıyor.

Filmin, gerçekten yaşanan hikaye ile ne kadar bağlantılı olduğunu bilemiyorum lakin Amerika’nın bir ucundan başka bir ucuna giden, dil bilmeyen, genç ve güzel bir kadının, kötü niyetli insanlarla karşılaşmaması bana fazla ütopik geldi. Hele ki kasabanın şerifi olduğunu düşündüğüm şahsın onu durdurup, sadece fotoğrafını çekmesi ve kasabanın sınırına kadar götürmesi bana pek inandırıcı gelmedi. Tek başına yürüyen, kimliği olmayan ve İngilizce bilmeyen bir kadının böyle elini kolunu sallayarak Amerika’yı baştan sona dolaşması, hikayenin inandırıcılığa darbe vurduğunu düşünüyorum.

Son sahnedeki balina metaforuyla güçlü ve iyi bir kapanış yapan bu film, görüntü ve anlatmak istediği hikaye açısından gayet başarılı bir iş olsa da hikayenin gidişatı açısından bazı soruları da cevapsız bırakmıyor değil. Mesela; vizesi bitmiş bir birey, isteyerek polise yakalansa sınır dışı edilmez mi? Vizesi dolmuş ve herhangi bir suç işlememişse, benim bildiğim kadarıyla o kişi sınır dışı edilir. Bu hikayenin günümüzde gerçekleşemeyeceği bu açıdan da belli. Filmin geçtiği dönemin hangi zamanda diliminde olduğu bizlere sunulmasa da 1920lerde geçmediğini televizyonlardan, arabalardan veya birçok başka şeyden anlayabiliyoruz.

Genel atmosfer ve görüntü açısından çok başarılı olan bu yapım, oyunculuk açısından da yeterince tuhaf ve doğal bir biçimde aktarılmış. Filmin arka planın epey karanlık olmasından ötürü karakterin tozpembe yolculuğu kötü sonlansa da yolculuk süresince sıkıntılarının çoğunun doğa ile ilgili olması bana gerçeklikten kopuk geldi. Benim filme puanım 60/100.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın