Let us leave pretty women to men devoid of imagination.
Marcel Proust
Orta yaşı geçkin erkeklerin büyük bir kısmının fantezisini rus yazar Vladimir Nabokov anlatılabilecek en mükemmel şekilde ortaya koydu. Yazarın ingilizce yazdığı eser, o dilin büyük yazarlarının ulaşamadığı bir gramer zenginliği içeriyordu. Normal bir yazar 20 bin civarında kelime kullanırken Nabokov, 50 binden fazla kelime kullanarak sonradan öğrendiği bir dilde klasik sayılabilecek romanlar yazdı.
Amerika’da başarısız bir evlilikten çıkmış olmanın tatminsizliği ve Marlon Brando’nun oynayacağı bir filmi elinden kaçırmanın verdiği hayal kırıklığı ile tüm büyük filmlerini çektiği İngiltere’ye giden Stanley Kubrick o sıralar erken bir orta yaş krizindeydi muhtemelen. Elinde Nabokov’un süslü sıfatları ve erotik nüansları ile dolu bir kitap vardı. Bu zenginliği kayıpsız bir şekilde senaryoya aktardı. Lolita İngiltere’de yaptığı ilk film olacaktı.
Çekimlere 1960 kasımında başlandı. Lolita rolü için seçilen Sue Lyon aslında büyük göğüsleri yüzünden role pek uygun değil. Kubrick sansür kurulu tarafından uyarılmasına rağmen cinsel olarak aktif görünen 14 yaşında bir kız seçti. Nabokov’un Lolita’sına hiç benzemeyen bu Lolita uzun sarı saçları, diri ve dolgun göğüsleriyle 50li yıllar Amerika’sından fırlamış, umutsuz genç ev kadını gibiydi. Lolita’nın aşığı rolünde yer alan James Mason, Humbert Humbert isimli karakter için ilk düşünülen oyuncu değildi. İlk olarak Cary Grant’e teklif edilen rol, Grant tarafından büyük bir kızgınlıkla reddedilmişti. Amerikan rüyasının ilk sinema piyadelerinden biri olan Cary Grant için bu rol fazla kirli ve sapkındı.
Shelley Winters, Charlotte Haze rolünde Lolita’nın annesini başarı ile canlandırdı. Film en önemli karakterlerinden olan Winters sevgili kocasının günlüklerini bulup okuduğu sahne dönemin en iyi performanslarından biriydi. Diğer önemli yan karakter olan Clare Quilty büyük aktör Peter Sellers tarafından canlandırıldı. Sellers o dönemde henüz tam olarak popülarite kazanmamıştı.
Kubrick Nabokov’un romanını farklı bir şekilde sinemaya aktarmıştı. Latince’de ‘In Medias Ser’ denilen bir hikâyeyi ortasından anlatmaya başlama tekniği ile yazdığı senaryoyu defalarca gözden geçirdi. Sanatını ve yorumunu ortaya koyduğunda görsel olarak özüne uzak ama hikâye ve duygu olarak orjinaline tam olarak sadık bir film ortaya koydu.
Dönemin sansür koşulları grafik bir cinselliği kaldırabilecek boyutta değildi. Bazı şeylerin tıpkı kitaplarda olduğu gibi hayal gücüne bırakılması gerekiyordu. Kubrick bazı referans sahneler hariç her şeyi seyircinin hayal gücüne bıraktı ama bu bile makasçılar için yeterli değildi. En erotik duruşunu bikinili ve güneş gözlüklü yayılışıyla gösteren Sue Lyon, ateşli imalara çok uygun bir oyuncuydu.
Yıllar sonra Adrian Lyne Lolita’yı tekrar çektiğinde. Görsel olarak çok daha özüne yakın bir Lolita ortaya koymuştu. Lyne, Dominic Swain’in canlandırdığı uzun ama biraz sıska, kısa küt kesilmiş kestane rengi saçları ve mango memeleriyle medeniyeti sübyancılığa teşvik edecekti. Erotizm dozunu en iyi bilen yönetmenlerinden biri olmasına rağmen Lyne, Kubrick yaramaz imalarının dozuna erişemeyecekti.
Filmin çekimleri 1961 yılında tamamlandı. Bir yıl sonra yapılan prömiyerine filmin başrol oyuncusu yaşı tutmadığı için katılamayacaktı. 1962 yılı bile olsa içinde bir meme ucunun bile olmadığı bir film insanların zihinlerinde yaratığı rahatsızlıktan dolayı sadece yetişkinlere uygundur damgası ile vizyona çıktı. Hâlbuki sadece 10 sene sonra Fellatio olayını tüm derinliği ile inceleyen ‘Deep Throat’ filmi ABD’nin en çok gişe yapan filmlerinden biri olacaktı.
Film büyük bir beğeni kazanmadı ama Kubrick verdiği rahatsızlıktan memnundu. Lolita’yı Nabokov’un hangi düşünceler ile yazdığını tahmin edemiyorum. Derinliği aklımı bulandırıyor ama Kubrick’in Lolita yorumu daha net ve kesin. Ülkesinde hayal kırıklıkları içinde ayrılan bir yönetmenin ülkesine duyduğu kırgınlık ve öfke Lolita’da açık bir şekilde ortaya konuyor. İri rafları ve sarışın saçları ile gelişkin bir amerikan kızı ve orta batı amerikalıya benzeyen Humbert. Ve hikâyenin sefilleştirdiği karakterler. Her şey Amerika’ya duyulan öfkeyi çağrıştırıyor.
John Waters’ın ‘Cecil B. Demented’ isimli filminde ‘Hey Hey MPAA; how many picture you censored today?’ diyerek dalga geçilen kurum ile ilk ciddi sınavını veren Kubrick son filmine kadar bu kurumun yetkililerine, eserleriyle psikolojik zulüm uygulamaya devam edecekti.
Sonuç olarak Lolita, Kubrick için bir dönüm noktasıydı. Belki en iyi filmi değildi ama kesinlikle havaya girmeye başladığı ilk filmdi. Bir New Yorker olarak puslu sisli İngiltere adasında kendini buldu ve ‘A Clockwork Orange’ gibi eleştiriler boyutların ötesinde bir şaheser yarattı.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.