Aksiyon türünü nasıl bilirdiniz diye sorulduğunda çoğu kişinin “eğlenceli” diye cevap verebileceğini tahmin edebiliriz. Genelde popcorn film olarak tabir edilebilecek silahlı, vurdu kırdılı bu filmler, çoğunlukla insanların stres atabileceği ve fazla düşünmek istemediğinde izlemek istediği yapımlar olarak öne çıkıyorlar. Bu mantıktan yola çıkarak yapımcılar da, aksiyon türüne komedi öğeleriyle harmanlanmasını sağlayarak izleyiciye sinemasal masaj yapıyor. Elbette bu komedi soslu aksiyonların dışında, kendi içinde felsefe oluşturan örnekler de yok değil. İlk akla gelebilecek örnekleri düşünürsek Matrix, Equilibrium gibi bilim kurgu takviyeli aksiyonlar türü zenginleştirdiği gibi bu türün çerez olmasından kurtarmaya çalışan değerli savaşçılar olarak tasvir edilebilir. Bunca şeyi neden mi dedim? Kendi içinde bir felsefe oturtan “Lucy” filminden biraz bahsedeceğim için.
Kısaca konusuna değinirsek Lucy adında bir kız, öğreneimini sürdürdüğü uzakdoğuda, gece kaçamaklarının neticesinde pek tekin olmayan bir adamla tanışır. Tabii bu adam da, pis işlere bulaşmış ve mafyanın kuryeliğini yapmaktadır. Bu adam fazla tanımadığı bu kızı, kendi işleri için kullanmak isteyince Lucy beklemediği bir şekilde kendini, içine yerleştirilen yeni çıkan uyuşturucuyu zorla vucüdunda taşımak suretle kurye olarak bulur. Bazı aksilikler nedeniyle bu uyuşturucu vücuduna sızar ve kimyası değişmeye başlar. Oluşan tepkimede, Lucy artık beyninin aşaşamalı olarak her hücresini kullanmaya başlar.
Konusuna baktığımızda aslında tipik bir Luc Besson senaryosu olduğunu anlamak çok zor değil. Luc Besson, bu sefer sarışın afet Scarlett Johansson’u alter egosu olarak kullanarak bir batağın içine sokarak hikayesinin ana karakteri konumuna oturtuyor. Konu olarak neler düşünerek bu filmin yaratım sürecine girdi bilinmez ama filmin içine parça parça dahil ettiği arşiv görüntüleriyle sinemayı ve belgeseli kendi içinde harmanlayan sinematik bir dil yakaladığı kuşkusuz tartışılamaz. Bu tip bir denemeyi daha önce yine Fransız bir yönetmen olan Alain Resnais “Mon oncle d’Amérique” filminde denemişti. Tabii bu teknik kimi zaman karşımıza çıksa da, popüler sinemanın hakim olduğu kodlara sahip bir aksiyonunda görmek gerçekten de ilginç bir tecrübeydi.
Film eğlenceli olduğu kadar aslına bakarsanız karmaşık da bir film. Klasik zaman sınırlaması sağlanarak tonla uzun uzun düşünülmesi gereken konular, doksan dakikanın içinde sığ bir şekilde eritilmeye başlanmış. İnsan beyninin uçlarını %10’luk periyotlarla bir süper kahraman edasıyla ileri sınırlarını görmek üzere tasarlanan senaryo, kendi içinde bir karmaşanın içine girerek, yarattığı kaosun için boğulmayı tercih ediyor. Evrim, bilim, evrenin oluşması ve bunun gibi sayısız tartışma konusu olacak ve kendi başına ayrı film olabilecek konuları süpermarkette alışveriş yapan bir kişi gibi hızlıca baş döndürerek bize anlatmayı tercih ediyor. Bu yöntem kimilerine göre Kubrick’in yıllar önce “2001: A Space Odyssey”de yapılanlara kafa tutmak, kimilerine göre ise Besson’un kendi kafasını kurcalayan konulara hızlı bir bakış atmak… Belli ki ilkinin olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bunca derin konuyu anlatmak bu filmin harcı değil. Lucy ile bunca konuya girmek, birazcık yüzde 10 kullanılan beyin hücreleriyle yüzde 100’ü hayal etmekten öteye gidemiyor.
Ana karakter Lucy’in en yüksek limite ulaşmasıyla beraber oluşan Tanrıcılık fantezisi, bir anlamda insanlara eğlenceli yolla evrimi anlatmak denilebilir. Ancak böyle dersek bir yandan Luc Besson’u propaganda yapmakla da suçlayabiliriz. En iyisi işin felsefesine girmeden çıkmak uygun gibi duruyor. Konuyu toparlarsak Luc Besson, “Lucy”de farklı bir deneme yaparak pastanın içine şekerden çok tuz koyuyor. Bu yüzden pasta biraz ölü doğuyor. Ama bazıları da ölü pasta sevebilir. Buna kim ne diyebilir ki?
Filmin oyuncu performanslarına baktığımızda Scarlett Johansson, her ne kadar güzel ve ilgi çekici olsa da, inandırıcılıktan uzak bir performans sergiliyor. Kimi tepkilerini çok yapmacık buldum. Nitekim Luc Besson filmlerinde bu tip abartılı ve inandırıcılıktan uzak mimiklerin kullanılışı az rastladığımız bir olay sayılmaz. Buna rağmen kötü de diyemeyeceğimizden idare ettiği söylenebilir. Morgan Freeman, bildiğiniz gibi yine anlatıcı kıvamında ondan beklenmeyecek bir performans sergilemiyor. Hatta kendini tekrar ettiğini dahi de söyleyebiliriz. Bunun belki de en büyük nedeni ona sürekli layık görülen bilge karakterler olduğu söylenebilir. Ben aslında Morgan Freeman’ı uç karakterlerde görmek isterim. Yani neden bir aptalı oynamıyor. Bu adam hep bilge mi olmak zorunda? Filmin kötü adamı rolünde ise Hollywood aksiyonlarından alıştığımız üzere ABD dışının en iyi oyuncularından biri olan Koreli oyuncu Min-sik Choi’ye rol verilmiş. Choi yine o muhteşem aurasıyla seyirciyi kendine hayran ederken, aslına bakarsanız daha önce oynadığı tipik rollerine göz kırpıyor. Ama bu bile onun işini harika bir şekilde yapmadığını söylettiremez. Hiçbir şey yapmadığında dahi filme çok şey katan bir performans sergiliyor. Hatta bana kalırsa filmin en iyisi…
Sonuç olarak tüm her şeyi toparlarsak film ansiklopedi gibi sizi bilgiyle doldururken, bir yandan da o bilgiyi hazmedememenin burukluğunu yaratıyor. Özellikle de bu tip konulara kafa yormadıysanız yer yer size yorucu dahi gelebilir. Bu tip yüklemelerin yanında, aslına bakarsanız fazlasıyla eğlenceli bir film ile karşı karşıyayız. Bu da apaçık bir şekilde Luc Besson’ın kimi zaman basit konularla yetinmesini bir kenara bırakırsak, iyi bir yönetmen olmasından kaynaklanıyor.
Biraz Limitless, biraz Kore suç filmleri, biraz Kubrick, biraz da Discovery Channel… Evet bunların toplamına “Lucy” deniyor…