Lynch + Kafka + Hitchcock + Villeneuve = Enemy


–Spoiler içerir–

Bir süreliğine özdeşleşeceğimiz tarih öğretmeni Adam okuldan meslektaşı ona bir film önerince o filmi alıp izler. Sonra gider, uyur. Rüyasında filmden sahneleri görür. Sahnede figüran olarak kendisine tıpatıp benzeyen bir eleman olduğunu da rüyasında fark eder. Uyanır uyanmaz bilgisayarı açar. O sahneyi incelemeye başlar ve kendisinin ikizini görür. Bu elemanı araştırmaya başlaması ise hayırlara vesile olmayacaktır ne yazık ki.

enemy jack gyllenhaal

İkinci uzun metrajlı filmi Incendies ile yeri göğü inleten (şüphesiz ki bunda biraz abartı var) Kanadalı yetenek Denis Villeneuve bu filmden sonra iki film kotarmıştı. Prisoners adını verdiği polisiye türündeki filmini geçen sene izlemiştik. Prisoners ve Incendies ile gerilimli atmosferlerin altından başarıyla kalkıp izleyiciye tırnaklarını kemirtebileceğini kanıtlayan Villeneuve, Enemy’de bunu bir adım daha öteye götürüyor. Prisoners’ın aksine Hollywood’un formüllerine bağlı kalmayan ama gene şoke edici bir finale imzasını atan yönetmen, Hollywood’un aksine soruları yanıtlamak gibi bir sorumluluğu üstlenmiyor.

Sorular sorular… Film bitince bazı şeyler anlam kazansa da filmi yüzde yüz anlamlandırmak pek mümkün gözükmedi benim açımdan. Karakterlerden başlayayım. Adam iyi bir insan. Sıkıcı bir hayatı ve Anthony’nin dediği gibi “köpek bağlasan durmaz lan burada!” şeklinde tanımlanabilecek dandik bir dairesi ve güzel bir sevgilisi (Mary) var Adam’ın. Anthony ise eşinden (Helen) anladığımız kadarıyla yalancı, Adam’ın sevgilisi Mary’i yatağa atmanın fırsatlarını kollayacak kadar alçak birisi ve zenginlerin gidip çıplak kadınların izbe bir yerde yaptıkları şovu izleyecek kadar da sorunlu. Bir tarafta iyi, diğer tarafta kötü (tabi iyinin yüzde yüz iyi, kötünün yüzde yüz kötü olduğunu söyleyemeyiz)… Yönetmen bu iki karakterin/tarafın karşı karşıya gelişlerini Hitchcockvari bir gerilim (film başlar başlamaz başlayan gerilim özellikle son yirmi dakikada yükseldikçe yükselir. Tıpkı Hitch’in filmlerindeki gibi), Lynch-vari bir gizem (rüyalar/kabuslar ve gerçeklerin birbirine karışmasından doğan gizem, Lynch’in tarzını hatırlatır) ve merakla ele alırken kafada oluşan soruları yanıtlamakla pek uğraşmıyor. Ama bazı ipuçları sayesinde ortada tek bir karakterin olduğunu, bu karakterin Helen’le yaşarken sevgilisi Mary ile de takıldığını, devamlı kabuslar görüp en sonunda şizofrene bağlayabileceğini söylemek mümkün. Finalde Helen’in Kafkavari (Dönüşüm) bir şekilde tarantulaya dönüşmesi karakterin içinde bulunduğu ruh halini özetliyor. Gene de bu “tek bir kişi var,” okumasının yüzde yüz doğru olduğunu da düşünmüyorum. Aslında filmin güzelliği ve etkileyiciliği de burada saklı. Başkasının elinde formüllere fazlasıyla yaslanan, dandik bir ikiz kardeşler gerilimine dönüşebilecek öykü; senarist ve yönetmenin ellerinde formüllere yaslanmayan, finale dek pek bir aksiyon olmasa da bir buçuk saat boyunca izleyiciyi hipnotize edip ekrana bağlayan başarılı bir psikolojik-gerilim filmine evriliyor. Birbirinin aynısı iki karakter olabileceği gibi tek karakterin şizofreniye doğru ilerleyen rahatsızlığı da anlatılıyor olabilir. Şahsen ben işin içinden çıkamadım. Belki siz çıkarsınız.

enemy film

Öte yandan modern yaşamı hicveden bir film Enemy. Ortada tek bir karakter olduğunu düşünürsek film bu karakterin zihninin parçalanmışlığı, sürekli kabuslar görüp dünyaya yabancılaşması üzerinden modern yaşamı eleştirdiğini söyleyebiliriz. Ki Kafka’nın da modern yaşamı eleştirdiğini, Lynch’in de özellikle Lost Highway filminde karakterin zihninin parçalanmışlığını ele aldığını söyleyebiliriz. Yönetmenin filmi gökdelenler, yüksek apartmanlar ve içimizi hiç de ferahlatmayan renk paletiyle (sarı tonunun en güzel kullanıldığı filmlerden olduğunu belirtmeliyim) modern yaşamın birey üzerindeki boğucu etkisini başarıyla işlediğini söylemek mümkün.

Villeneuve bu kez iyi bir filme imzasını atmış. Lynch, Kafka ve Hitchcock’u aynı potada eritmeyi başaran Enemy senenin kaçırılmaması gereken filmlerinden.