Polis memuru Nick Cassidy korumakla görevli olduğu oldukça değerli bir elmas, nakli sırasında çalınınca hapse girer. Çünkü elmasın Nick tarafından çalındığı daha sonra küçük parçalara ayrılarak satıldığı düşünülmektedir. İçinde bulunduğu durum oldukça ağırına giden Nick’in haksız yere girdiğini düşündüğü hapisteki kader arkadaşlarıyla da arası pekiyi değilken üstüne bir de babasının ölüm haberini alması her şeyin üstüne tuz biber olur.
Nick aldığı özel izinle babasının cenaze törenine katılır. Burada bir de kardeşinin suçlamalarıyla karşılaşır. Nick’in kardeşi Joey babalarının ölümünden Nick’i sorumlu tutar. Cenazede aralarındaki kavgaya katılan görevlilerin de katıldığı arbededen yararlanan Nick firar etmeyi başarır. Aradan geçen belli bir zamandan sonra Manhattan’da bir otelin on beşinci katındaki bir odasına yeniden görünür. Son yemeğini yedikten sonra da odanın penceresinden dışarı çıkar. Niyeti intihar etmektir. Nick’in intihar etmek için seçtiği yerse elması çalınan iş adamının şirketinin oldukça yakınındır.
Man on a Ledge Hollywood’un bize zamanında sıklıkla anlattığı, benzerlerine pek çok defa rastlayabileceğimiz bir polisiye aksiyon filmi. “Hiçbir şey aslında göründüğü gibi değil” hikâye kalıbını epeyce ezberlemiş seyirci için filmin başında anlattıklarıyla film ilerledikçe değişen gerçekler kimseyi gereğinden fazla şaşırtmıyor. Buna rağmen kendine göre bir tempo tutturmayı başaran film, izleyicinin dikkatini üzerinde toplamayı başarıyor denilebilir. Film ilerledikçe iyi ve kötü adamlar kendi saflarındaki yerleri alıyor ve Nick’in bir otelin on beşinci katında ne yapmaya çalıştığı da yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
Man on a Ledge’in hikâyesini anlatırken yaptığı farklı şeyse son dönemde Amerika’yı oldukça sarsan ekonomik krize dair kıyısından köşesinden de olsa göndermeler yapmaya çalışması. Kendi kâr hırsları ve ekonomide çıkan fırtınadan kurtulma adına elli türlü dümen çevirmekten geri kalmayan sermayedarların etraflarındaki gariban orta ve alt sınıf yurttaşlarını nasıl harcadıklarını da anlatıyor bir bakıma. Bu anlamda bir otelin on beşinci katından kendini aşağı atmaya hazırlanan Nick sadece kendisine yapıldığını düşündüğü haksızlığı haykıran bir polisi değil, kandırıldığını düşünen bütün bir Amerikan toplumunu da temsil etmeye çalışıyor. Bu temsil çabası, film içinde Nick’in kendisini aşağıya atmasını bekleyen kalabalıkta da karşılık buluyor. Gelin görün ki film içinde kurulan bu mizansen yaşanan ekonomik buhranla gerçekten yüzleşmeye çalışmaktan çok filme kendine göre bir güncellik katmaktan ve Amerikan seyircisinin hafiften gazını almaktan ibaret kalıyor. Filmin finaliyse bu zorlama göndermeyi biraz daha yapaylaştırmaktan öteye gitmiyor.
Sinema sezonunun en durgun ve en iddiasız filmleriyle idare etmek durumunda kaldığımız şu günlerde Man on a Ledge “kötünün iyisi” bir film olarak seyredilebilir.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.