Martin Scorsese 1942 yılında Amerika’nın Bronx kentinde dünyaya geldi. Bronx, Amerika’nın suç oranı en yüksek kentlerinin başında geliyor. Scorsese’nin Bronx’ta büyürken bizzat gördüğü olayları filmlerinde sahne olarak kullandığı biliniyor. Scorsese, aslında çocukluğundan itibaren dine de çok merak sarmış, hatta lise ve üniversite yıllarında rahip olmayı çok istemiş fakat olamamış.
Muhteşem Robert De Niro’lu Yıllar
1964 yılında New York Üniversitesi Sinema Bölümü’nden mezun olduktan sonra sektöre atıldı. İlk uzun metrajlı filmi 1967 yapımı ve çoğu filminde ilerde yan rollerde oynayacak olan aktör Harvey Kietel’ın oynadığı Who’s That Knocking At My Door oldu. Ardından bir etkinlikte Harvey Kietel tarafından ileride birlikte 8 muhteşem film çekeceği Robert De Niro ile tanıştırılır. Bu tanışıklığın tam 8 filmlik bir yolculuğun başlangıcı olacağı kimin aklına gelirdi ki. İlk birliktelikleri 1973 tarihli Mean Streets (Arka Sokaklar) adlı film ile gerçekleşir. Filmde New York’ta italyan-amerikalıların genellikle yaşadığı ve gangsterliğin doğduğu yer olan Little Italy’de yaşayan birkaç gencin sokak serseriliğinden gangsterliğe adım atışları anlatılıyor. Filmde Robert De Niro, Johnny Boy adlı genci canlandırır ve kariyerindeki ilk büyük çıkışını bu filmle yapar. Kendisi bu filmin hemen ardından Francis Ford Coppola tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en iyi devam filmi olan The Godfather Part II’nin kadrosuna dahil edilecektir. Ardından 1 yıl sonra 1974 yılında başrollerde Ellen Burstyn, Kris Kristofferson’un rol aldıkları Alice Doesn’t Live In Here Anymore (Alice Artık Burada Oturmuyor) filmi gelir. Filmde kocası ölünce dul kalan genç Alice’in erkek egemen dünyada 11 yaşındaki oğluyla yaşam mücadelesi anlatılıyor. Film çoğu Scorsese filminden oldukça farklıdır. Ayrıca filmdeki kusursuz oyunculuğuyla Ellen Burstyn en iyi kadın oyuncu oscarını kazanır. Scorsese, Mean Streets’in başarısının ardından 3 yıl sonra 1976’da ise kariyerinin tam anlamıyla Raging Bull ile birlikte zirve filmlerinden ilkini çeker.
Hastaneden Taxi Driver’a
Taxi Driver, bir Vietnam gazisi olan taksi şoförü Travis Bickle’ın içinde palazlanmış olan şiddeti, cinsel sapkınlığını ve yabancılaştığı toplumda patlamak üzere olan ruh halini anlatır. Filmde Robert De Niro tanrıvari bir oyunculuk sergilemiş ancak oscar alamamıştır. Martin Scorsese de filmde birkaç dakikalık şahane bir oyunculuk sergiler. Karısının kendisini aldattığını düşünen bir müşteri olarak Travis’in taksisine biner ve bir süre sohbet ederler. Filmin en çok akılda kalan sahnesi ise Travis’in silahlarıyla ayna karşısına geçip “Are you talking to me?” diye kendisiyle konuştuğu sahnedir. Bu sahne yıllarca analiz edilmiş ve hakkında tartışılmıştır. Halen de tartışılmaktadır. Filmde ayrıca kadın satıcısı rolünde Scorsese’nin bir diğer favori oyuncusu olan Harvey Kietel’ı, Travis’in hoşlandığı seçim çalışanı Betsy rolünde Cybill Sheperd’ı ve genç bir hayat kadını olan ve Travis’in hayatını kurtarmaya çalıştığı Iris rolünde ise günümüzün 3 oscarlı yıldız akristi, o dönemde tam 15 yaşında olan Jodie Foster’ı görürüz. Filmde Scorsese’nin yarattığı atmosfer takdire şayandır. New York’un, Travis’e göre kokuşmuş alt sokaklarını büyük bir özenle seçmiş ve dizayn etmiştir. Ayrıca De Niro için seçtiği özel saç kesimi de Travis Bickle’ı sinemanın en unutulmaz tarz karakterlerinden biri haline getirmiştir. Bu muhteşem filmin ardından Martin Scorsese, 1980’deki Raging Bull (Kızgın Boğa) şaheserini çekene kadar pek ortalarda gözükmez.
Martin Scorsese kariyerinin başlarında kokain kullanmaya başlamıştır ancak 1977’de bu kullanım kontrol edilemez hale geldi ve kendisini 3 yıl film çekemez hale getirdi. Çektiği müzikal komedi filmi New York, New York’un da gişede çakılması, Arka Sokaklar ve Taksi Şoförü gibi kült olmuş filmlerin çok gerisinde kalması iyice psikolojisini bozmuş ve kokaini arttırmasına sebep oldu. Özellikle Taksi Şoförü ile kazandığı Palme Do’r (Altın Palmiye) ödülünü almaya Cannnes Film Festivali’ne gittiğinde kendisinden röportaj isteyen gazetecilere “Kokain yoksa röportaj da yok” demesi bağımlılığının ne noktaya geldiğini ortaya koymakla beraber artık Scorsese için tehlike çanlarının çaldığının da habercisi niteliğindeydi. Bir gece girdiği kriz ve durdurulamayan bir burun kanamasıyla hastaneye kaldırılır.
Tarihler 1979’u göstermektedir ve Robert De Niro elinde Kızgın Boğa’nın senaryosuyla Scorsese’yi hastanede ziyaret eder. Aslında Martin Scorsese’nin birçok açıklamasında gördüğümüz kadarıyla kendisi spor filmlerinden nefret eden bir insandır ancak De Niro kendisini bu filmi çekmeye ikna eder. Ve Scorsese Amerika’daki tüm film otoriteleri tarafından gelmiş geçmiş en iyi spor filmi Raging Bull’u 1980’de çeker. Bu film Scorsese’nin hayatını kurtaran film olarak anılır. Film ayrıca en iyi erkek oyuncu ve en iyi kurgu dalları olmak üzere iki dalda oscar ödülü kazanır. Ayrıca Scorsese bu filmdeki yönetmenliği ile en iyi yönetmen dalında oscara aday gösterilir.
1982’ye geldiğimizde Scorsese yine fetiş oyuncusu Robert De Niro’yu yanına alarak bir komedi filmine imza atar. King of Comedy (Kahkahalar Kralı), Martin Scorsese’nin pek konuşulmayan başyapıtları arasında yer alır. Aslında De Niro ile çektiği filmlerin arasında vasat olarak görülebilir. Film, 30’lu yaşlarında olmasına rağmen halen ailesiyle yaşayan Rupert Pupkin’in idolü olarak gördüğü komedyen Jerry Langford’la tanışma hikayesini anlatmaktadır. Pupkin’i Robert De Niro, Jerry Langford’u ise efsanevi komedyen Jerry Lewis canlandırmaktadır. Scorsese bu filmle de en iyi yönetmen dalında Bafta ödülüne aday gösterildi fakat kazanamadı. 1985 yılında ise Martin Scorsese, kendisinden pek beklenmeyecek ve alışık olmadığımız bir film olan After Hours’ı (Geç Saatler) çeker. Film, filmografisinde Scorsese öğelerine sahip olmayan tek filmdir. Monoton bir hayatı olan bilgisayar hacker’ı Griffin Dunne’nın aldığı bir gece davetine gitmesiyle birlikte başına gelen olaylar anlatılır. Kara komedi türünde kesinlikle başarılı olan film aynı zamanda Scorsese’ye Cannes’da en iyi yönetmen ödülü kazandırmış ve de altın palmiye adaylığı getirmiştir.
İlk satırlarda da yazdığım gibi Martin Scorsese, gençliğinden itibaren dindar biri olarak bilinir ve kendisi de bunu doğrular. Rahip olmayı becerememesi de kendisini dinden koparmamıştır. Bazı filmlerinde dini temalar ve alt metinler mevcuttur. Ancak en dini filmi ise 1988’de çektiği ve İsa’nın hayatını anlattığı The Last Temptation of The Christ (Günaha Son Çağrı)’dır. Film şimdiye kadar çekilmiş en iyi İsa filmi olarak gösterilmekle birlikte etkileyici görselliği, Scorsese’nin kusursuz yönetimi ve elbetteki İsa rolünde adeta tanrısal bir oyunculuk gösteren Willem Dafoe’nin de filme katkısı yadsınamaz düzeydedir. Ayrıca filmin yan rollerinde de Harvey Keitel ve Barbara Hershey yer aldılar.
Bir Başyapıt: Goodfellas
Yıl 1990. Çoğu eleştirmen, sinemasever ve Scorsese hayranına göre Martin Scorsese’nin gelmiş geçmiş en iyi filmine geldi sıra: GoodFellas. Martin Scorsese’nin, kendisini Scorsese yapan öğeleri en çok kullandığı filmdir Goodfellas. Dur durak bilmeyen muhteşem müzikler, ortadan ya da sondan başlama tekniği, yıldız oyuncu kadroları, bol kan ve şiddet, kusursuz plan sekanslar. Goodfellas, Henry Hill, James Conway ve Tommy DeVito adlı 3 gangsterin yeraltı dünyasındaki şiddet dolu kariyerlerini anlatıyor. Dünyada kime sorarsanız sorun en iyi mafya filmlerinde liste ikincisi olarak hep Goodfellas’ı gösterirler. Film, akışı, oyunculukları, mekanları ve en önemlisi de realistliğiyle seyircide böyle bir etki oluşturmuştur. Ayrıca film gerçek olaylardan esinlenmiştir. Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en büyük havalimanı soygunu olan Lufthansa soygunu da filmde işlenir. Zaten soygunun gerçek elebaşı bizzat Robert De Niro’nun canlandırdığı James Conway yani gerçek adıyla Jimmy Burke adlı gangsterdi. Ancak filmimizin ana karakteri Ray Liotta’nın canlandırdığı Henry Hill karakteridir. Henry Hill 1963’ten 1980 yılına kadar mafya dünyasında aktif rol üstlenmiş, uyuşturucudan yakalanınca da herkesi ispiyonlayarak öldüğü 2014 yılına kadar FBI tanık koruma kapsamında yaşamıştır. Filme geri dönersek Martin Scorsese’nin bu filmde en çok takdir edilen yanı kuşkusuz oyuncu yönetimi, durmak bilmeyen hareketli bir kamera kullanımı ve müthiş müzik seçimleridir. Robert De Niro’da, Joe Pesci’De, Ray Liotta’da filmde olağanüstü performanslar göstermişler ve Pesci en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında oscar heykelciğini kucaklamıştır. Scorsese’nin bu buram buram İtalyan sofrası kokan gangster şaheseri en iyi film ve en iyi yönetmen dahil 6 dalda oscar’a aday gösterilmelerine rağmen yalnızca Pesci ödül almıştır. Tarihi oscar hataları listelerinde Goodfellas filminin alamadığı oscarlar her zaman ilk beşte yer alır ve almaya da devam edecektir. Bu filmde kullandığı ortadan başlama tekniğini Scorsese 5 yıl sonra 1995’te çekeceği bir başka şaheser olan Casino filminde de kullanacaktır. Ayrıca Martin Scorsese büyük bir Rolling Stones hayranıdır ve gruptan favori şarkısı da Gimme Shelter’dır. Bu şarkıyı 3 filminde birden kullandı ve bu filmlerin ilk Goodfellas’tı.
Gelelim 1991 yılına. 1962’de çekilen Cape Fear (Korku Burnu) adlı filmin aynı adlı yeniden çevrimini yönetir Scorsese. Film, avukatının dosyasını hasıraltı edişiyle hapiste kalma süresi uzayan tecavüzcü Max Cady’nin tahliye olur olmaz eski avukatının peşine takılması ve ardından gelişen olayları anlatır. Martin Scorsese ne kadar mütevazı bir yönetmen olduğunu gösterir ve filmin orjinal çeviriminde rol alan kült oyuncular Robert Mitchum ve Gregory Peck’e de kendi filminde küçük roller verir. Filmin sinema sitelerindeki puanları düşük olsa da hikayenin sürükleyiciliği, Robert De Niro’nun inanılmaz abartılı tiyatrovari oyunculuğu ve tabi ki Scorsese’nin yönetmenliğiyle film klas bir yeniden çevirim olarak görülebilir. Aslında bu film bile Scorsese’nin kariyerinde sönük veya zayıf olarak görülür ki bu da kendisinin ne büyük bir yönetmen olduğunun göstergesi niteliğindedir. Filmin yan rollerinde avukat Sam Bowden rolünde kurt aktör Nick Nolte, onun kızı Daniella rolünde 90’lar ve 2000’lerin ilk yarısının hit akristi olan Juliette Lewis ve karısı rolünde de Hollywood’un 70’ler ve 80’lerin femma fatale kadınlarından Jessica Lenge oynamaktadır. Robert De Niro bu filmdeki performansıyla en iyi erkek oyuncu dalında oscara aday gösterilmiş fakat kazanamamıştır. Aynı zamanda Juliette Lewis’te kariyerindeki ilk oscar adaylığını filmdeki yardımcı kadın oyuncu dalıyla kazanır.
Casino ve Başka Bir Gerçek Hikaye
Martin Scorsese Cape Fear’ın ardından tam 4 yıl film çekmez ta ki 1995 yılına kadar. Casino ile muazzam bir geri dönüşe imza atar Scorsese sinemaya. Filminde yine en sevdiği piyonları Robert De Niro ve Joe Pesci rol almaktadır ancak bu sefer yanlarına meşhur femma fatale Sharon Stone’u da almışlardır. Scorsese bu sefer mafyanın Las Vegas’taki kumarhane organizasyonunu müthiş kamerasıyla anlatır ve bu film de yine gerçek olaylardan esinlenilmiştir. Mafyanın Vegas’taki en işlek kumarhane olan Stardust’u yönetmesi gönderdiği usta spor bahisçisi Sam Ace Rotshtein karakterini Robert De Niro, mafyada asker rütbesinde olan sadist Nicky Santoro’yu Joe Pesci ve Rotshtein’in alkol ve kokain bağımlısı hayat kadının karısı Ginger karakterini de Sharon Stone canlandırmıştır. Gerçek kişilerin isimleri filmde değiştirilmiştir. Sam Ace Rotshtein aslında Frankie Lefty Rosenthal’ı, Nicky Santoro Anthony Spilotro’yu Ginger karakteri ise Gerildine McGee’yi temsil etmektedir. Casino benzerlikler bakımından sürekli Goodfellas ile karşılaştırılmaktan kurtulamamıştır ancak bu başyapıt olduğu gerçeğini çürütmez. Bu filmde de Goodfellas’ta olduğu gibi sondan başlama tekniği kullanılmıştır. Goodfellas ise ortadan başlamıştı. Burada da muhteşem kıyafetler, sahne dekorları, ışıltılı Vegas şehri, bol uyuşturucu, kadınlar, kan, patlayan silahlar ve durdurak bilmeyen müzikler. Gimme Shelter şarkısının kullanıldığı ikinci Martin Scorsese filmidir Casino. Film, Sam Ace Rotshtein’in dostu Nicky Santoro ile birlikte Vegas’taki önlenemez yükselişleri ve Ginger’ın hayatlarına girmesiyle birlikte de bir o kadar hızlı çöküşlerini anlatmaktadır. Filmin yan rollerinde ayrıca James Woods, Don Rickles, Alan King ve Kevin Pollack gibi Hollywood’un ünlü karakter oyuncuları da yer alır. Filmden hatırlananlar arasında özellikle Joe Pesci’ninş gerçek Spilotro’ya benzerliği ve mahkeme çıkışındaki yürüyüş ve hareketlerini birebir aynı yapması söylenebilir. Bir diğer hatırlanan ayrıntı ise çöl sahnesindeki Sam Ace Rotshtein’in gözlüğünden Spilotro’nun arabasının gelişinin çekimidir. Ayrıca filmdeki muhteşem oyunculuğuyla Sharon Stone en iyi kadın oyuncu dalında oscara aday gösterilmiştir.
DiCaprio’lu Yıllar
Artık 1900’lü yıllar bitmiştir. Sene 2002. Martin Scorsese 90’larda ustalık dönemini yaşamış, artık tam anlamıyla duayen bir yönetmen olarak kendini kanıtlamıştır. Büyük usta Robert De Niro ile birlikte çektiği 8 muhteşem filmle sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış ve birçok kişiye sinemayı tanıtmış veya sevdirmiştir. De Niro – Scorsese ortaklığı tüm zamanların en iyi yönetmen oyuncu birlikteliği olarak görülmüştür her zaman. Ancak artık 2000’li yıllara girmemizle beraber Robert De Niro belli bir yaşa gelmiştir. Scorsese ise yanına yeni bir vezir aramaktadır ki o da çok uzağında değildir. Leonardo DiCaprio, 1993 yılından itibaren hızla yükselmekte olan bir aktördür ve büyük yönetmenimizin yeni gözdesi konumundadır. İlk işbirlikleri 2002 yılında gerçekleşir. Gangs Of New York (New York Çeteleri) adlı filmde Scorsese yine suç ve çeteler dünyasına giriş yapar. Bu sefer Amerika’nın 1800’lü yıllarındaki İrlandalı ve İtalyan çetelerin savaşları neticesinde günümüze gelmesini anlatır. Filmde DiCaprio’nun yanı sıra Daniel Day Lewis, Liam Neesson, Cameron Diaz, Jim Broadbent, John C. Reilly, Brendan Gleeson ve Stephan Graham gibi çoğunluğu İngilizlerden oluşan bir kadro vardır. Film inanılmaz bir görsel şölen sunmakta, muhteşem dönem kostümleri ile göz almakta ve müthiş bir set dekorasyonuyla prodüksiyon olarak çok uğraşılmış olduğunu adeta herkesin gözüne sokmaktadır ancak günümüzde altın yıllarını yaşayan DiCaprio’nun filmin çekildiği dönemde çok genç olması ve Cameron Diaz’ın da kötü bir performans göstermesi filmin başlıca eksileri olarak gözönüne alınabilir. Oysa ki Dicaprio 1993 yılında Whats’s Eating Gilbert Grape (Gilbert Grape Ne Yiyor) filmindeki inanılmaz otistik performansıyla en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında oscara aday gösterilmiş ve 1995’te de uyuşturucu bağımlısı liseli öğrenci rolünde de çok başarılı olmuştu. Ancak Titanic ve New York Çeteleri’ndeki genel kanı oyunculuğunun kötü oluşudur. Film 10 dalda oscara aday gösterilmesine rağmen hiçbirini kazanamamış ve günümüze de Martin Scorsese’nin vasat üstü filmi olarak gelmiştir. Ancak Daniel Day Lewis’in inanılmaz oyunculuğu ve daha öncede belirttiğim gibi filmin muhteşem prodüksiyonu birçok eksiği görmezden gelmemizi sağlamıştır.
Bu filmden iki yıl sonra 2004 yılında Scorsese – DiCaprio ortaklığının ikinci filmi gelip çatar. Film, Amerikan tarihine malolmuş bir kişilik olan Howard Hughes’un hayatını ve aşk ilişkilerini anlatmaktadır. Aviator, vizyona girdiğinde epey övgüyle karşılanmış ve Leonardo DiCaprio’nun artık oyunculuğunun da tam olarak oturduğu film olarak görülmüştür. Bu filmdeki oyunculuğuyla kariyerinin ilk en iyi erkek oyuncu oscar adaylığını kazanmıştır. Yönetmenimiz Martin Scorsese’de bu filmle yine en iyi yönetmen dalında oscar adayı olur fakat yine kazanamaz. Filmde ayrıca Cate Blanchett, Kate Beckinsale, John C. Reilly ve Alec Baldwin gibi büyük oyuncular da rol almaktadır. Cate Blanchett filmde Hollywood sinemasının 4 en iyi kadın oyuncu ödülüyle oscardaki rekorun sahibi Katherina Hepburn’ü canlandırmış ve kusursuz oyunculuğuyla kariyerinin ilk en iyi kadın oyuncu ödülünü kucaklamıştır. Film ayrıca en iyi kurgu, en iyi sinematografi, en iyi kostüm tasarımı ve en iyi sanat yönetmenliği olmak üzere toplam 5 dalda oscar kazanmıştır.
Ve gelelim Scorsese’nin sonunda yıllardır hakettiği oscarı ‘haketmeyen’ filmle aldığı 2006 yılına. Martin Scorsese muhteşem bir kadroyu biraraya getirir. Leonardo DiCaprio, Jack Nicholson, Matt Damon, Martin Sheen, Alec Baldwin, Vera Farmiga, Mark Wahlberg, Ray Winstone. Bu inanılmaz kadroyla çektiği filmin adı ise The Departed’dir. Film, 2002 yapımı Japon polisiyesi Mou Gaan Dou (Infernal Affairs)’in Hollywood versiyonudur. Departed’a başlarken ‘haketmeyen’ filmle aldığı oscar cümlesini işte bu yüzden kullandım. Film kesinlikle kötü bir film değildir, oyunculuklar, yönetim, müzikler. Ancak yeniden çevirim olması az da olsa gölge düşürmektedir elbette filme. Film, hem Boston polis teşkilatındaki hemde Castillo çetesindeki köstebeklerin çatışmasını ve gelişen olayları anlatır. Jack Nicholson’ın canlandırdığı çete lideri gangster Frank Castillo karakteri gerçek gangster Whitey Bulger’dan esinlenerek yaratıldı. Bu filmle birlikte artık Leonardo DiCaprio tam bir Scorsese aktörü olduğunu kanıtlar. Ayrıca bu filmle birlikte benim nezdimde de olduğu üzere Matt Damon’a inanılmaz bir antipati ve Mark Wahlberg’e de sevgi seli oluşmuştur. Film en iyi film ve en iyi yönetmen dahil olmak üzere 4 dalda oscar kazanır.
Yıl 2010. Martin Scorsese – Leonardo DiCaprio ortaklıklarının 4.filmine geldi sıra. The Shutter Island. Film Scorsese’nin diğer tüm tarzlarının aksine gerilim ve polisiye olarak ilerliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış olan dedektif Teddy Deniels’in ortağı Chuck ile bir adada bulunan Zindan Adası’nda bulunan akıl hastanesindeki mahkum firarını araştırmak için gönderilmelerini ve ardında yaşanan olayları anlatıyor. DiCaprio’ya filmde usta aktör Ben Kingsley, Michelle Williams, Emily Mortimer ve Max von Sydow eşlik eder. Martin Scorsese’nin Shutter Island’ı 2010’un en konuşulan filmlerinden olmasının yanı sıra eleştirmenleri ve sinemaseverleri ikiye bölen bir film olmuştur. Ancak filmde muhteşem bir Leonardo DiCaprio, Scorsese’nin muhteşem bir yönetimi ve elbetteki muhteşem bir görsellik olduğu da filmin yadsınamaz artıları olarak göze çarpar.
2009 yılında Avatar filmiyle başlayan 3 boyut furyasına Scorsese 2011 yılında çektiği filmi Hugo ile dahil olur. Ancak film Avatar gibi efekt patlaması filmi değildir. Hugo tam olarak Sinemanın Doğuşunu anlatır aslında biz seyircilere. Filmde çocuk oyuncular Asa Butterfield, Chloe Grace Moretz’e Ben Kingsley, Sacha Baron Cohen, Emily Mortimer, Ray Winstone gibi dev bir oyuncu kadrosu eşlik eder. Film bir tren istasyonunda ölen babasının bitirmeye çalıştığı robot oyuncağı çalıştıracak olan anahtarı arayan Hugo Cabret (Butterfield)’in başından geçenler anlatır. Martin Scorsese bu göz yormayan ve patlama olmayan ilk 3 boyutlu filmle adeta 3D dersi verir. Oscarlarda yine en iyi yönetmen dalında aday gösterilmiş fakat kazanamaz. Filmde ayrıca geçen sene kaybettiğimiz duayen aktör Christopher Lee de kütüphaneci olarak filmde birkaç kez gözükmektedir. Hugo ayrıca en iyi sinematografi, en iyi ses miksajı, en iyi görsel efekt ve en iyi sanat yönetmenliği dalları olmak üzere 5 dalda oscar kazanır.
Şimdi gelelim bu listedeki son filmimize ve çoğu kişi tarafından Scorsese’nin 2000’lerdeki en iyi filmine. The Wolf of Wall Street. Eski Amerikalı efsanevi Wall Street bankacısı Jordan Belfort’un aynı adlı otobiyografik kitabından uyarlanan The Wolf of Wall Street, gösterime girdiğinde adeta yer yerinden oynadı ve seyircilerin, özellikle Martin Scorsese hayranlarının uzun yıllardan sonra Scorsese’nin suç dramalarına geri dönmesine karşılık müthiş bir başarı elde etti. Film bol bol uyuşturucu, cinsellik, muhteşem müzikler, müthiş sahne dekorları ve mekanlar ve inanılmaz bir Leonardo DiCaprio içerir. Bu filmdeki muhteşem oyunculuğuyla oscara aday gösterilen Dicaprio yine kazanamamıştır. Ayrıca gerçek Jordan Belfort’ta DiCaprio’ya film öncesinde ve boyunca danışmanlık yapmıştır. Filmde ayrıca DiCaprio’nun yakın arkadaşı olan ve genellikle gençlik komedilerinin favori oyuncusu Jonah Hill, Margot Robbie, aynı yıl Dallas Buyers Club adlı muhteşem filmdeki oyunculuğuyla en iyi erkek oyuncu oscarını kazanan Matthew McConaughey, Kyle Chandler, aynı zamanda yönetmen olan Rob Reiner, Jon Berthnal ve Jean Dujardin rol alır.
Martin Scorsese’nin 74.doğum gününe ithafen hazırladığım inceleme yazısı burda sona eriyor. Muhteşem yönetmenimizin gelecek yıl Silence adlı filmi gösterime giriyor ve fragmanı yayında… Ancak eğer Scorsese hayranıysanız kesinlikle 2018’den önce ölmeyin. Scorsese yönetmenliğinde Amerikan Sendikacılık tarihinde mafyayla içli dışlı olup kaçırılan ve 2 ay sonra ölü ilan edilen cesedi halen bulunamamış olan bir Jimmy Hoffa uyarlaması geliyor. Irishman’de filmde Al Pacino, Robert De Niro, Joe Pesci, Harvey Kietel ve Bobby Cannavale rol alacaklar.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.