Eksik, Damat Koğuşu, Ballad of Exiles ve Akis filmlerinin senaristi Mehmet Kala sorularımızı yanıtladı…
Kendisiyle samimi, net yanıtlar ve önemli karşı sorularla dolu bir röportaj gerçekleştirdik.
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Klasik soruyla başlayalım. Mehmet Kala kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Mehmet Kala: Şu sıralar otuzlu yaşlarımın ortasındayım ve yaklaşık on yıldır yazarlıkla uğraşıyorum. Üniversite yıllarıma kadar, öğretmen olan annemin görev yaptığı bir İstanbul gettosunda yaşadım. Aslında o yılların kişisel yolculuğum açısından ve bugünkü yaratımlar özelinde de en önemli kısım olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendimi mesleğim üzerinden tarif etmeye çalıştığımda, ‘sektör’, ‘zümre’ ya da ‘çevre’ gibi etkenlerden daha önce ‘geçmiş’ çıkıyor karşıma. On yaşımda bağlama çalmaya başladım ve ilk gençlik yıllarım ciddi bir müzik merakıyla geçti. Türk Müziği Konservatuarı’na girdim, halk müziği okudum ve üniversite sonrası aktif olarak müzik yaptım. Kendimi bildim bileli farklı türde metinler yazıyordum fakat profesyonel olarak yazarlıkla ilgili kırılma yılım 2012’dir. O noktadan sonra müzik sahneden çekilirken, yazarlık ön plana çıktı ve o günden bugüne iki belgesel, üç de uzun metraj film yazdım. İşimi sorduklarında ‘senaristim’ diyebiliyorum. Böyle de sürüp gitmesini umuyorum.
– Sizi sinemaya iten etmenler nelerdir? Sinemayla ne zaman tanıştınız?
Mehmet Kala: Ben aslında sinema kökenli bir yazar değilim. Yani bu işin içine doğdum diyemem. Tüm yaşamı sinema yazarlığı idealiyle geçmiş ve nihayetinde buna erişmiş biri de değilim. Ancak şunu söyleyebilirim ki, bazı yazarlar teknik ya da edebi metin yaratma konusunda çok iyiyken, bazıları da kurdukları metinde görsel bir katman oluşturmayı, anları tarif etmeyi ve sinematografik düşünmeyi iyi beceriyor. İşte burada da sinemanın dili başlıyor aslında. Ben yazarlığa tiyatroda başladım ve sanırım o dönem ürettiklerim de çevremde hep böyle algılandı. Bir şekilde keşfedildim. Oyuncu, yönetmen, yazar çevrem tarafından da senaryo yazmam konusunda ciddi şekilde teşvik aldım ve destek gördüm. Sinemayla derin bağlar kurmaya başladığım zamanlar üniversite yıllarımdır. Senaryo yazmayı hiç düşünmediğim dönemlerde bile, oyunculuk konusunda hep biraz takıntılıydım. Bazı favori oyuncularım, onların tekrar tekrar izlediğim bazı özel sahneleri, üzerine saatlerce yorum yaptığım bazı sinematik anlar hep olmuştu. Bu da bir şeylerin habercisiymiş sanıyorum.
– Senaryo yazmaya ne zaman başladınız? Yazdığınız senaryoların kabul edilmesine, filmlere dönüşme sürecine ve o dönemdeki arayış sürecinden bizlere söz eder misiniz?
Mehmet Kala:: Ben bu konularda biraz şanslıyım. Yazdığım üç filmin de herhangi bir ‘kabul edilme’ sürecinden geçtiğini söyleyemem. Sektörün içinde boğuşmadan ya da elimde senaryolarla kapı aşındırmadan, doğal bir üretimle ilerledi her şey. Halen daha birlikte çalıştığım sinemacı dostlarımla başladım bu işe aslında. Sinema gibi güçlü bir kolektifin içinde, farklı sorumluluklar alarak, bağımsız sinemanın gereklilikleriyle film yapmaya başladık. Bu biraz güven, destek ve inançla gerçekleşen bir şey. İlk uzun metraj filmim, Barış Atay’ın hem başrolünü oynadığı, hem de ilk yönetmenlik deneyimi olan ‘Eksik’ filmidir. Bu film benim hayatımı kökten değiştirdi. Senarist yaşamımı başlatan filmdir. Önemli festivaller gördü, kıymetli ödüller getirdi. 2014 yılında, filmi beraber yazdığım arkadaşım Şeref Nokta ve ilerde birlikte filmler yapacağımız can dostum yönetmen İlker Savaşkurt’la beraber Kadıköy’de yaşıyorduk. Bir gün Barış geldi ve film çekmek istediğini söyledi. Aklında kaba taslak bir hikaye vardı. Konuşuldu, tartışıldı ve nihayetinde ilk filminin senaryosunu büyük bir inançla bize teslim etti. Bu beni hep duygulandırmıştır. Değerli bir paylaşımdı. Çok şeyi etkiledi.
– Bir şeyler yazabilmek için ‘çok okumak’ gerekli diye bir klişe var. Siz bu yargıya nasıl bakıyorsunuz? Sizce çok okumayan bir kimse bir şeyler karalayamaz mı?
Mehmet Kala: Çok okumaktan ziyade iyi okumanın, bir noktada iyi yazmaya etkisi olduğunu düşünüyorum. Bilgi, her konuda olduğu gibi burada da önemli bir faktör elbette. Fakat ben yaratıcı yazarlığın ve bu anlamda zihinsel mesainin çok farklı bir süreç olduğuna inanıyorum. Çok okumak, iyi bir metin yazarı olmanızı, teknik ve akademik yazabilmenizi, iyi analiz etmenizi, doğru eleştirmenizi ya da referanslarınızın güçlü olmasını sağlayabilir. Ancak iyi bir sahne yazabilmenizi ya da derin bir duygu tarifi yapabilmenizi sağlar mı emin değilim. İç görü ve tecrübe daha ön plandadır benim için. Çok okumak ya da çok izlemek, bu eylemleri nasıl bir güdüyle yaptığınıza bağlı olarak iyi veya kötü etkileyebilir yazarı. Özgün olmak esastır çünkü ve okumak sizi desteklese de tek başına sizi bir yazara dönüştürmez. Ben bu kanaatteyim.
– Politik bir altyapıya sahip olan Eksik filminde sahneler ilerledikçe güçlü bir aile dramasına dönüşüyor. Politik öğeleri amaçtan daha çok araç olarak kullanıyorsunuz. Son yıllarda politik filmler pek göremiyoruz. Sizce bunun sebepleri neler?
Mehmet Kala: Politik olmak meselesi eylemsel olarak çok ciddi dönüşüm geçirdi son yıllarda. Bana sorarsanız bu kavramın içi çoktan boşaldı. ‘Rahatımı bozmadan vicdan mastürbasyonu’ halinde politik söylem üreten yığınlara dönüştük. Muhalif olmak da, politik olmak da salt mevcut iktidara muhalefet etmek değildir. Sanatçı muhalif olur mottosundan anladığımız şey, sanatçı kahvesini içerken sosyal medyada muhalefet yapar da olmamalı bence. Muhalif sanatçı her şeye muhalif olmalı. Kendine bile muhalefet etmeli, sorgulamalı. Hatta ilk önce kendinden başlamalı eleştirmeye. Sosyal medya insanları sıkıştırdı, küçülttü, gerçek bir politik eylemden bertaraf etti ve tüm gazını aldı. İki slogan yazıyorsun, bir sövüyorsun, telefonu kapatıp uyuyorsun ve bu her yeni günde aynı şekilde tekrarlanıyor. Sinema yapmaya gelince de, ‘içsel yolculuklar’, ‘aydın bireyin sıkıntısı’, ‘taşrada bunalım’ temalarından öteye gidemiyorsun. Çünkü aslında politik değilsin. Konformistsin, furya seviyorsun, sinemada bireycisin. Maalesef birçok meslektaşımızın ‘Türk Sineması’yla bir derdi yok. Kendi sineması, kendi festivalleri ve kendi ödülleri var. İşte bu yüzden de sinemamızda politik filmler göremiyoruz.
– Türker karakterinin apolitikliği filmin dramasına çok uygun. Gezi direnişine kadar birçok yerde 1980’ler sonrası doğan nesillerin apolitik olduklarını vurguladılar ve eleştirdiler. Gezi direnişinde de gördük ki esasen bu nesiller apolitik değiller. Sadece doğru zamanı kollayan bireylere dönüşmüşler. Bana göre bu coğrafyada apolitik olmak için aşırı vurdumduymaz olmak gerekiyor. Sizce bu coğrafyada apolitik olmak mümkün mü?
Mehmet Kala: Bence her coğrafyada her şey olmak mümkün. Danimarka’da çok politik, Türkiye’de apolitik bir sürü insan bulabilirsiniz. İnsan kompleks bir tür sonuçta ve bazı keskin tanımlar üzerimize oturmuyor. Açıkçası Gezi olaylarını yıllar sonra bugün değerlendirdiğimde, çok da sağlam, ne yaptığını bilen politik bir eylem olarak değerlendiremiyorum. Çünkü bir bakıyorum, Gezi’de kol kola olan insanlar, üzerinden birkaç yıl geçmeden birbirine düşmüş, boğaz boğaza gelmiş, linç kültürü almış yürümüş, o günden bugüne bir adım öteye gidememiş. O zaman da ‘ee ne oldu yani?’ diye soruyor insan. Tabi bunu sormak için de biraz ‘kendine muhalif’ olmak lazım. ‘Acaba eleştirdiğim şeye benziyor muyum?’ diye düşünmek lazım her gün. Ayrıca apolitik olmayı aşırı vurdumduymazlık olarak tanımlarsak bile, kendini politik olarak tanımlayan birçok insanın da aslında aşırı vurdumduymaz olduğunu düşünüyorum. Aşağı yukarı böyle.
– Senaristliğini sizin, yönetmenliğini ise İlker Savaşkurt’un üstlendiği Ballad Of Exiles Yılmaz Güney filmi sizin ikinci uzun metrajınız. Bu filmi yazmak nereden aklınıza geldi? Neden bir Yılmaz Güney projesi ortaya koymak istediniz?
Mehmet Kala: Sürgün Türküleri, İlker ve benim için çok özel bir projedir. Bizi götürdüğü yerler, önümüze serdiği imkanlar ve hayat çizgimizdeki yeri açısından çok değerlidir. Bu film aslında, İlker’in yurtdışında bir film yapma planı üzerine gerçekleşmiş bir proje. Daha sonrasında sürecin tamamına ben de dahil oldum ve Fransa’da Yılmaz Güney’le ilgili bir belgesel çekmeye karar verdik. O dönemdeki yapımcımız Abbas Nokhasteh’in de desteğiyle işler bir anda büyüdü ve projenin ön hazırlık süreci yaklaşık bir buçuk sene sürdü. Hazırladığımız dosya neticesinde de Fransa Hükümeti’nden toplamda yedi yıllık bir oturum izni aldık. Fransızların bir bakıma ‘beyin göçü’ olarak gördüğü ve çok az insana verilen ‘yetenek ve yeterlilik’ vizesiyle Paris’e gittik. Yılmaz Güney sineması, hem gerekli kültürel köprüyü kurmak, hem de bu mecrada yeteri kadar anlatılmamış büyük bir sinema ikonunu tanıtmak açısından önemliydi bizim için. Filmi tamamladık ve sonrasında ben eşimle birlikte iki buçuk yıl kadar Paris’te yaşadım. Nihayetinde memleket hasreti ağır bastı ve 2017 Eylül’ünde kesin dönüş yaptık. Sürgün Türküleri, Rotterdam Film Festivali dahil birçok saygın festivalde yer aldı. Umuyoruz yakında bir dijital platform üzerinden burada da seyirciyle buluşacak.
– Yılmaz Güney’i bizlere biraz anlatır mısınız? Yılmaz Güney hayatınız tam olarak neresinde? Sinemasını nasıl buluyorsunuz?
Mehmet Kala: Birinin belgeselini yapınca onunla arkadaş gibi oluyorsun. Bugün hayatta olmayan ve hiç karşılaşmadığın bir insanla tuhaf, derin bir bağ kuruyorsun. Tüm detaylar, kimsenin bilmediği gerçekler, hatıralar, itiraflar derken büyük bir sorgulamanın içine giriyorsun. Bir yandan muazzam keyifli, bir yandan da yorucu bir süreç. Öyle anlar geliyor ki, kavgaya tutuşuyorsun, sorguluyorsun ve tüm bunları objektif kalarak yapmaya çalışıyorsun. Yılmaz Güney artık hayatımızın dönüm noktalarından biri diyebilirim. Onun her daim, hem de hiç slogana kaçmadan yarattığı tokat gibi politik gerçekliği, insan ruhunun el değmemiş yerlerinden çekip çıkardığı her türden duygu ve evrensel sinema dili beni hep etkilemiştir. Belgesel sürecinde kendisini tanıyan ağabeylerimizden biri, ‘o topluma dışarıdan değil, hep içerden bakar’ demişti. Buna kesinlikle katılıyorum. Tabi şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, bana göre Yılmaz Güney, artık tüm dünyaya ait büyük bir sanatçıysa da şahsen örnek alınacak bir karakter değil. En azından benim için öyle. Her ne kadar yaşadığı zorlukları bilsem de, fazlasıyla şiddete meyilli oluşu, işlediği cinayetin sebepleri ve özellikle kadınlara karşı tutumunu hiçbir zaman kabullenemedim. Büyük sinemacıdır ama örnek bir insan değildir. Söylemezsem olmaz.
– Damat Koğuşu ile birlikte İlker Savaşkurt ile bir kez daha beraber çalıştınız. Damat Koğuşu filmi her ne olursa olsun aslında bir ‘öteki’ filmi. Böyle bir hikayeyi neden yazmak istediniz? Senaryonun ortaya çıkış noktasından bizlere biraz bahseder misiniz?
Mehmet Kala: Bu filmin ilk tohumları yaklaşık on yıl önce atıldı. O zamanlar ne film yazmıştık ne de çekmiştik tabi. İlker’in gerçekten damat koğuşuna girmiş bir tanıdığı vardı ve onun anlattığı bazı hikayeler zihnimizi karıştırmıştı. Buradan yola çıkarak tasarlamaya başladık ve hep bir yerlerde bu hikaye durdu, gününü bekledi. Ben senaryoyu 2015 yılında Paris’te yazdım. O dönem haşır neşir olduğumuz Yılmaz Güney sineması ve Duvar filminin de etkisi olmuştur tabi. Her an gündemimizde olan ve bu denli hassas olduğumuz bir konuya içerden baktıran, sorgulayan, sorgulatan, empati kurduran ve sebep sonuç ilişkisi kurma güdümüzü harekete geçiren bir anlatım yaratmak istedik. Filmin insanların üzerinde böyle bir etkisi olduğunu görüyorum. Hiçbir zaman ‘erkek bakış açısı’, ‘homofobi’ ya da ‘duygu sömürüsü’ gibi bir eleştiriyle karşılaşmadık. Bunun sebebi de mesafeyi iyi korumamız bence. Karakterleri yargılamadan veya hak vermeden en çıplak haliyle seyircinin önüne koyuyoruz. Bu çıplaklık da rahatsız edici oluyor haliyle. Bu bir dert meselesi. Anlatmaya değer bir hikayeydi, dert edindik ve anlattık diyelim. Özetle bu.
– Temelinde otoriteye güveni sorgulatan bu yapımın, günümüz siyasetiyle arasında bir paralellik olduğunu düşünüyor musunuz?
Mehmet Kala: Her dönemin siyasetiyle paralelliği var. Hatta bu, siyasetin ta kendisi. Fark ettiyseniz filmin hangi zamanda geçtiği bilgisini vermiyoruz. Otuz yıl önce de olabilir, on yıl önce de. Elbette koğuştan yola çıkarak büyük bir tümevarım yapmayı amaçlıyoruz burada. Amerika, Fransa, Meksika, Japonya, Türkiye gerçekten hiçbir farkı yok. İnsan daima kendi kurduğu düzenli veya düzensiz ama temelden çarpık bir hiyerarşi peşinde öldürüp duruyor birbirini. Bunun iyilik ve kötülükle de bir ilgisi yok. Bu iki kavram devamlı yer değiştiriyor ama insan o zinciri bir türlü kıramıyor.
– Geçtiğimiz günlerde Ercan Kesal bir demeç verdi. Senaryolar yazabilmek için gerekli şartların olduğunu öne sürdü. “Dünyayla derdi olmayan, kendiyle derdi olmayan bir adam bu işlerle uğraşmaz. Uğraşmamalıdır zaten. Sinema bir eğlence aracı değildir ” diye bir cümlesi var. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Derdi olmayan senaryo yazamaz mı? Sizce sinema eğlencelik bir aktivite midir?
Mehmet Kala: Bu tarz iddiaları anlamakta güçlük çekiyorum. Dert meselesi çok kişisel bir mefhum. Bir sinemacının tek derdi insanları çatlatana kadar güldürmek de olabilir. Buna biz karar veremeyiz. Üzgünüm ama bu bana biraz kendini fazla önemseme hastalığı gibi geliyor. O zaman birisi de çıkar aynı şeyi müzik için söyler. Müzik bir eğlence aracı değildir diyebilir misiniz? Sinema neden eğlence aracı olamıyor ve ayrıca buna kim karar veriyor hakkaten. Tuhaf. Yani bu şey demek oluyor, benimki sinema ama Cem Yılmaz’ınki değil. Ben sinema yapıyorum ama Jim Carrey yapmıyor. Kusura bakmayın ama gülerler adama.
– Biraz da Türk sinemasından bahsedelim. Öncelikle bir kavram tartışmasından söz edelim. Türk sineması mı yoksa Türkiye sineması mı? Siz hangisini tercih ediyorsunuz? Sizce aralarında bir fark var mı?
Mehmet Kala: Anlam veremediğim bir tartışma daha. Ben bugüne kadar ‘Türkiye Sineması’ denmesini savunan kimsenin, onlarca farklı etnik kökenden sinemacının film çektiği Fransa ve Amerika için ‘Fransa Sineması’ ya da ‘Amerika Birleşik Devletleri Sineması’ dediğini duymadım. Bugün ‘Fransız Sinemasının önde gelen yönetmenleri’ dediğiniz kişilerin yarısı Fransız değil. Sanılanın aksine biz bu tarz tartışmalara çok açık bir ülkeyiz. Şunu Fransa’da tartışmaya açsanız aforoz edilirsiniz. Bir yerlerde bunların konuşulmasına itirazım yok elbette ama başlık olması gereken onca mesele varken durup durup bunları konuşmak da başka bir eksikliği kapatma çabası gibi geliyor bana. O eksiklik nedir derseniz, bittabi üretim. Sonuçta bu dünyada ürettiklerin ile varsın. Kimsenin işine yaramayan bir takım münakaşalarla değil.
– Türk sinemasının son yıllarda bir çıkış içerisinde olduğunu düşünüyor musunuz? Hem Türk sinemasında hem de dünya sinemasında beğendiğiniz senaristler kimler?
Mehmet Kala: Maalesef ülkemizde birçok konuda olduğu gibi bu konuda da önümüzü net bir şekilde göremiyoruz. Sinemamızın nereye gideceğini kestirmek çok zor ve bu kestirilemez haller her alanda gelişimin önünü tıkıyor. Çünkü bu bir planlama işi. Kültür politikalarına, ekonomiye yatırıma bağlı. Diğer yandan da dertlenmek konusu var tabi. Biz sinemacılar olarak, şahsi kariyerimizin önüne Türk Sineması’nı koyduğumuzda sınıf atlayacağız. Genç sinemacıları desteklediğimizde, birbirimizi kolladığımızda, furyaların peşinden koşmayıp yaratıcılığı zorladığımızda, tarzlar türler arasında gezinip yeni konuları denediğimizde gerçek bir ilerleme kaydedeceğiz. Ben şahsen bunları kendime dert ediyorum. Beğendiğim senarist olarak da Türkiye’den tek bir isim söyleyecek olsam Umur Bugay derim.
– Damat Koğuşu filmi sinemalarda 3.256, Eksik filmi ise 13.538 seyirciye ulaşabildi. Bu filmlerin bu kadar az insana ulaşabilmesi sizce büyük bir problem değil mi? Bu problem sizce nasıl çözülebilir? Ülkemizdeki festival ve gişe filmleri ayrımına nasıl bakıyorsunuz?
Mehmet Kala: Festival, gişe, sanat, eğlence vs. gibi ayrımlara hiç gerek yok aslında. Bu da her işte olduğu gibi farklı motivasyonlarla, değişken hedeflerle ve şahsi planlarla ilerleyen bir iş. Kimisi büyük ticari organizasyonların içinde çalışıyor, kimisi de hayalindeki filmi yazıp çekiyor. Bazısı seyirciye hitap etmiyor, bazısı ediyor. Bunun mutlak bir matematiği yok. Rakamları etkileyen tek sıkıntı şu olabilir, o da bağımsız sinemanın salon sayısı konusunda yeterli desteği görmemesi. Yine de rakamları uçuracağını düşünmüyorum ama elbette bir noktada daha fazla salonda filmimizi gösterebilmeli ve mümkün mertebe daha çok insana ulaşabilmeliyiz. Bu da daha önce dediğim gibi kültür politikalarına bağlı bir durum. Yeniden ele alınması gereken çok şey var.
– Son yıllarda izlediğiniz Türk filmleri arasında beğendikleriniz var mı? Varsa bunlar neler?
Mehmet Kala: Son 10-15 yılı düşünürsem, Hayat Var, Nefes Vatan Sağolsun, Vavien, Sarmaşık, Kış Uykusu ve Sofra Sırları’nı söyleyebilirim.
– Dijital platformlara senaryo yazmak gibi bir düşünceniz var mı? Herhangi bir teklif geldi mi? Gelse kabul eder misiniz?
Mehmet Kala: Düşüncenin ötesinde böyle bir girişimim var aslında. Geçtiğimiz yılın Kasım ayında, beş kişilik bir yaratıcı yazar ekibi kurdum. Ekibin ismi ‘Yazane’. Bu ekibi kurma amacım da proje bazlı çalışan yazar gruplarının aksine, farklı mecralar için istikrarlı ve nitelikli içerik üretimi sağlamaktı. Neredeyse sekiz aydır düzenli olarak çalışma halindeyiz ve üretim son sürat devam ediyor. Benim dışımda, çok yetenekli dört genç yazar arkadaşımla beraberim. Dijital, televizyon, sinema ve sosyal medya mecraları için birçok proje hazırladık ve bazıları için görüşmeler ve süreçler başladı bile. Yakında bir takım sürprizler olabilir. Ekip arkadaşlarımın isimlerini de zikretmek isterim. Utkan Bugay, Oğulcan Yılmaz, Canset Gordi ve Filiz Uzgur, Yazane’nin yaratıcı kadrosunu oluşturuyorlar.
– Barış Atay ve İlker Savaşkurt ilk filmlerini sizin yazdığınız senaryolarla çektiler. Daha önce bir uzun metraj yönetmemiş iki kişiye senaryonuzu teslim ederken bir tereddüt yaşadınız mı? Barış Atay ve İlker Savaşkurt ile aranızdaki ilişkiden bizlere biraz bahseder misiniz?
Mehmet Kala: Senaryo teslim etmek demeyelim ona. Bir bakıma onlar da bana ilk filmlerini emanet etmiş oldular. Ben ikisiyle de çok eski arkadaşım. Henüz öğrenciyken tanıştık ve hep bir şeylerin hayalini beraber kurduk. Aramızda profesyonel bir ilişki olmadı hiç. Barış konservatuarda tiyatro okurken ben de müzik okuyordum. Ortak arkadaşlarımız vardı ve o dönem tanıştık. Yıllardır süregelen güçlü bir bağımız var. Açıkçası aramıza siyaset, koşullar ya da değişen hayatlar giremedi. Barış’la en çok tartışan benimdir. Ona bu kadar direneni de hiç görmedim. Siyasi bakışımız zaman zaman çatışır ama saatlerce konuşur, yine de bıkmayız. İlker de en yakın arkadaşım ve nerdeyse son on yılımız birlikte geçti. Artık ailemden bir farkı yok benim için. Hala hayallerimiz var, aklımızda çevirdiğimiz yeni filmlerimiz var. O çok yetenekli, çalışkan ve içgüdüleri kuvvetli bir yönetmen. Profesyonel anlamında ayrı yollara gittiğimiz zamanlar olsa da birlikte üretmeye devam edeceğiz. Bu bizim hayatımızın bir gerçeği.
– Senaryosunu sizin yazdığınız ve yönetmenliğini İlker Savaşkurt’un üstlendiği Akis filmin konusu hakkında bize biraz tüyo verir misiniz?
Mehmet Kala: Akis, 2012 yılında tiyatro oyunu olarak yazdığım bir metindi. İlker uzun yıllardır bu filmi çekmek istiyordu ve doğru zaman ve koşullar oluşunca harekete geçtik. Oyun senaryoya evrildi ve devamı geldi. Hikaye İstanbul’da bir otelde geçiyor. Otele gece yarısından sonra bir grup yabancı misafir geliyor ve ortalık karışıyor. Bu otel bir mikro dünya temsilidir benim için ve işleri kızıştıran da Willam S. Burroughs’tan esinlenerek yazdığım, Selçuk Yöntem’in canlandırdığı Sodom karakteridir. Burada da bir ‘hiyerarşi’ meselesi var aslında. Bu filmle alışılageldik türlerin dışında, çizgi dışı bir anlatımın peşinden koştuk. Gizem, korku ve biraz da fantezi diyebilirim. Çok kıymetli oyuncularla çalıştık. Beklemedeyiz.
– Filmin vizyon tarihi henüz belli değil, filminizi ne zaman seyredebiliriz? Sinemalarda mı yoksa dijital platformlardan mı izleyeceğiz?
Mehmet Kala: Her ikisi de olabilir. Pandemi süreci her şeyi alt üst etti tabi. Festivaller iptal oldu, online gösterimler bizim içimize sinmedi derken epey bir zaman geçti. Şimdi yeni formüller üzerinde duruyoruz. Kesin bir şey yok ama yakında somut bazı gelişmeler olacaktır.
– Akis filmi dışında yeni bir senaryo çalışmanız bulunuyor mu? Halihazırda yazmış olduğunuz beklemede olan veya onaylanan bir senaryonuz var mı?
Mehmet Kala: Yazane ile birlikte yazdığım projeler dışında kişisel olarak çalıştığım yeni bir senaryom var. Düşünmeye başlayalı aşağı yukarı altı ay olmuştur. Bir süredir ‘iyi yüzlülük’ kavramı üzerinde dolaşıyorum, bu da bir tüyo olsun. Taslak halinde ama yavaş yavaş büyüyor. Bunun da bizim film ekibinden çıkacağını düşünüyorum. Bakalım neler olacak.
– Son olarak da bakiniz.com takipçilerine beğendiğiniz film veya dizilerden birkaç tane öneri sunabilir misiniz?
Mehmet Kala: Yabancı dizi olarak son dönemden Mindhunter ve After Life diyebilirim. Sinemadan da Cronenberg’in ‘Naked Lunch’ını, Haneke’nin ‘Funny Games’ini ve tutkunu olduğum Rocky serisini sayabilirim.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.