Melancholia: Sakin ol, Panik Yapma; Bu Olacaklardan Sen Sorumlusun!

Cumartesime kar yağdı. Bir deli adamın filmi vardı sinemada, ben onu izlemeye gittim. Benim de evrenime bir gezegen çarptı. Melankoli’yi keşfetmek, benim için babamın öldüğünü duymak gibiydi. Sarsıldım. Bir sabah evden işine giden bir adamın, yanağına kondurduğu öpücüğün, vereceği son nefes olduğunu düşünemiyorsan, sorunlu bir ailenin ve iki kadının hikayesinde de bu denli sarsılacağını düşünemiyorsun.

Yaşadığın binlerce acıklı hikayeden biri değil bu; ya da gittiğin psikiyatri kliğindeki hastaların gözlerinin derinliğinden korkmak gibi de değil… Fantastik acı sekansı diyorum ben buna. Olasılıkların şah damarından yakın olduğunu hissetmek! Büyük bir gerçekliğin karşısında tek sıra şeklinde duruyorsun ancak arada bir set var ve bu duygu seni hem filmin içine sokuyor hem de kucak dolusu itiyor. Gidip yönetmenin yakasına yapışmak istedim “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” diye… Ancak ilk kez beni dağıtmamıştı. Dancer In The Dark, sarsılmalarımın bir başka sıcak yanağıydı benim için.

Kimilerine göre sıkıcı bir ihtişamla başlayan film, bir düğün seremonisinin kendini en açık eden fotoğraflarından oluşuyor. Ben o düğüne bakınca bir sürü yüz görüyorum kendini parçalayan. Kafasının içinde karmaşa zerrecikleri dolaşan gelin ve aynı zamanda sorunlu evlat, sorunlu kız kardeş. Film başladığı andan itibaren avuçlarımın içine geçirdiğim tırnaklarım etlerimi sıyırırken ben koltukta gittikçe ufalıyordum. Sanki sana “içinde derinleşen acıya bak ey insan” diyordu film. Bir düğün ile başlayan ve felaket suskunluğu ile devam eden filmde, bunalım tragedyasından tüm parçalar güneşin arkasında duran, gittikçe yaklaşan gezegen “Melancholia” ile bir bir ortaya çıkıyor.

Justin, gittikçe kalp ritmini artıran isim. Durum içinde kaybolmaya hazır. Kırmızı yıldızı keşfetmiş ve gözlerinde oluşan cızırtının rengini veriyor etrafındaki her bir insana. Justin’in yaşadığı duygunun karmaşında perdeye bakan her insan omuzunda aynı yansımaları görebiliyor, zaten filmin ve Justin karakterinin büyülü tarafı da burada gizleniyor. Pek muhterem damat Michael, Justin’in maskelediği suratına aşık bir garip adam. Çukura girmiş arabayı kurtaran gelin, onu büyülü gözlerle izleyen damat planlarında nerdeyse büyük bir aşk’a , şehvet dolu kırmızı geceye hazırlanan bir ilişkinin tadına inanacağız. Ancak dakikalar geçtikçe çatılan kaşlarda, şüphe ile bakan gözlerde, gelinin en başta anlamsız gelen ani gitme ayinlerinde durum gittikçe belirginleşiyor. Bu derin çizgili belirginleşme babamın yanağıma kondurduğu öpücükten sonrasını anımsattı bana. İki parttan oluşan bu filmin ilk bölümünde babam öldü ikinci bölümünde o ani ölümden sonrasını yeniden hissettim her yerimde. Ayaklarımın altı terledi. Hayatımda ve filmdeki bu iki part kalbimin bir süre sonra infilak etmesine sebep olacaktı sanırım.
Bazen bunu yaşar ya insan, küçük bir bakış, sallanan bir sandalye, reklam panolarında gördüğün bir slogan alır seni, yürütür ya başka sokaklarda, film beni bağırtılarıma götürdü. Film bir bağırtının arttıkça tizleşen sesiydi. Michael’a üzüldüm, Justin’e baktım, Claire yani büyük korkaklığıyla filmden seni uzaklaştıran abladan nefret ettim. Kıyametin kopması için sadece bir kıvılcım gerekli iken, yönetmen birinci bölümde seni ikinci bölümün hengamesine hazırlıyor. “Sakin ol, panik yapma, bu olacaklardan sen sorumlusun” diyor.

Sen sorumlusun, çünkü kalbinin bütünü sarmalayan o kötü duyguyu sen çağırdın. Justin’in sakin duran bunalımına karşın ablası Claire’nin saçı başı yolduran paniği filmin yabancılaştırma efekti sanırım. Dedemin bir zamanlar her an ölebilirim o yüzden uyumamalıyım duygusuna eş. Ancak filmdeki bu tezatlık ateşi o kadar yüksek verilmiş ki sen iki duygunun arkasında kalmaktan öte, bir de gezegenin gelişinin tadını çıkarmaya çalışıyorsun.

Birinci bölüm tüm bu karşıtlıklar ve bunalım hakimiyetinin sesleriyle geçerken ikinci bölümde her şey daha açıklayacı hale geliyor. Ortalıkta telef olan Justin’in yeğeni çelikkıran teyzesini bembeyaz gelinlikle görmüştü en son. Ancak şimdi karanlıktan gelen arabadan inen çelikkıran teyze, darmadağın ve ayaklarının üzerine basamıyor. Fiziksel bir çöküş, bembeyaz bir ten, gittikçe yaklaşan gezegen… Eniştenin gökyüzüne olan tutukulu bakışı, derinliksiz maneviyatı tüm aileyi orta yerinden biraz daha çatırdatıyor. Yaklaşan gezegeni izleyecek olmasının şımartılmış coşkusu ile hazırlıklar yapan enişte, kırkardeşini banyo yaptırmaya çalışan bunalımlar kraliçesi abla Claire, çelikkıran teyzesinin mağara yapmasını bekleyen yeğen ve tüm bunlar yetmezmiş gibi kollarını kaldıramayan Justin… Kardeşimi anımsıyorum filmdeki banyo sahnesinde; sırtından aşağı soğuk suyu dökerken hiçbir şey hissetmeden öylece banyodaki fayansları saymasını anımsıyorum. Gün ağarırken kalbi lime lime eden acıyla onu yollarda nasıl yürüttüğümü anımsıyorum. Justin’in kırık dökük bakışı gezegenden bağımsız bir vicdan halısı oldu önüme serildi ve ben o halıya basamazdım. Hayır, ortada vicdan hesaplaşması yaratacak bir durum yoktu. Yönetmen öyle bir hikaye bırakmıyordu sepetimize ancak ruhunun derinliklerinde duran sümsük karmaşada kaybolan insan derinleştikçe kokusu çıkan egemen duygusuna yeniliyordu sadece. Ölen enişte kokuşmuş bir beynin ta kendisiydi; belki yerde öylece yatan ve onun üzerini samanlarla itina ile örten eş kaçacak bir yol bulmuştu kendi adına hepimize.

Film birdenbire aktı gitti. İşte asıl mesele son sahne. Kimse dur demedi, diyemedi ya da demek istemedi. Justin, Claire, düşlerini büyüten bir çocuk, kuru ağaçtan el yordamı ile kurulan kenarlı çadırın içinde el ele tutuşarak izlediler bu görsel şöleni. Dikkat “Melancholia” geldi…


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Bir cevap yazın