Amerika’da beğeniyle karşılanan, öve öve bitirilemeyen Mission: Impossible – Fallout filmine artık sayılı günler kaldı. Cuma günü vizyona girecek bu filmden serinin önceki filmlerini değerlendireyim istedim. Lafı uzatmadan serinin ilk filmiyle başlayayım.
Mission: Impossible (1996): Bir zamanların ünlü casus dizisi Mission: Impossible 88’de TV’ye tekrar taşındıktan sonra Cruise hakları satın almış, film uyarlamasının yönetmenliği için Brian De Palma‘yla anlaşmıştı. Serinin çok aksiyonlu, az gerilimli diğer filmlerinin aksine bu ilk film gerilimi önplana almıştı. Aksiyon sahneleri az: Araba takip sahneleri yok, motorla takip sahneleri yok, dövüş sahneleri yok, ekranı kaplayan CGI efektleri-patlamalar yok. Bunlar yerine gerilim var. İlk 40 dakikada Ethan’ın ekibinin teker teker yok edilmesine, bunun üzerine Ethan’ın hayatta kalmaya çalışmasına odaklanılıyor. Sonrası ise Ethan’ın ekipteki köstebeği (serinin klişesi, her filmde köstebek mevcut) bulup onunla hesaplaşması konu ediniliyor. İmkansız görevse Ethan’ın iple güvenli odaya girip listeyi alması. Diğer filmlerle karşılaştırıldığında pek gösterişli bir sahne değil; neticede diğer filmlerde Cruise şovu büyütecek, kâh uçağın kapısına asılacak, kâh en yüksek otele tırmanacaktı. Sahne gösterişli değil ama gerilimli. Heyecanla izleniyor halen. Filmin tek aksiyon sahnesi olan tren sahnesi de iyiydi.
Öyküye dönersek… De Palma, Hitchcock’ın çok sevdiği “kahramanın kendisini temize çıkarma, suçlu olmadığını kanıtlama” temasını işliyor, iyi de işliyor. Bunun dışında bu ilk filmde takım ruhu daha önplanda. Keza dönem yüzünden efektleri pek iyi olmasa da film serinin en iyi filmi. Zira karakterlere daha fazla zaman harcanmış, öykü aksiyona ve kötü klişelere boğulmamış, köstebeklikle itham edilen kahramanın gerçek köstebeği bulmaya çalışması konusu gerilimli bir şekilde işlenebilmişti.
Mission: Impossible II (2000): Yapımcı Cruise başarılı olan ilk filmden sonra De Palma’yla devam etmek yerine o dönemlerde aksiyon filmleriyle adından söz ettiren John Woo‘ya teslim etti yönetmenliği. Üç yıl aradan sonra çekilen ikinci film beklenen hasılatı elde etti etmesine de iyi bir film olamadı. Hatta altı filme kadar genişleyen serinin halen açık ara en kötü filmi durumunda. Nereden başlasak? Kötü adamdan başlayayım. Hollywood’un usta senaristlerinden Robert Towne yaratılabilecek en klişe kötü adamı yaratmış. Filmin kötüsü sıkça psikopatlaşan, gözü döndü mü sevdiği kadına dahi virüs enjekte edebilen, arkadaşının parmağını koparmaya yeltenebilen birisi. İki Hollywood filminden birisinde muhakkak görmüşsünüzdür bu canavarı. Tabii senarist Towne sadece kötü adamda çuvallamıyor, filmin esas kadın karakteri olan Nyah Hall’ı (Thandie Newton) da kötü yazıyor. Aslında M: I serisinde beşinci filme dek sadece erkeklerin hakkı veriliyor, kadın karakterlerse en fazla sevgili/eş veya ajan olup hiçbir derinliğe sahip olamıyorlar. İlk film de bu sorundan muzdaripti, filmdeki kadın karakter sadece ajandı, pek tanıtılmıyordu. Üçüncü filmde Keri Russell, Michelle Monaghan ve Maggie Q, dördüncü filmde Paula Patton harcanıyorlardı. İkinci filmdeyse harcanan Newton oluyor.
Hall alabildiğine sıkıcı bir hırsız. Newton bu hırsızı başta çekici hale getirebiliyor ama daha sonra senaryo yüzünden epey sıkıcı bir karaktere dönüşüyor Hall. Karakter sadece sıkıcı değil, aynı zamanda sıradan bir sevgili (kötünün sevgilisi, Ethan’ın ilgi duyduğu kadın). Hall’ın sürekli Ethan’a ihtiyaç duyması, onsuz hareket edememesi de karakterin kötü olmasının nedenlerinden birkaçı. Öte yandan sürekli kadınlıkla dalga geçilmesi filmi daha da değersiz hâle getiriyor. Diğer yardımcı karakterlerin de hiçbir albenisi yok. Olaylardaysa bir mantık aramamak yapılabilecek en doğru hareket olur. Zira her mantıksız olayı ondan daha da mantıksız başka bir olay takip ediyor. Aslında Towne’ın Hitchcock’ın başyapıtı Notorious‘a öykündüğü de hemen belli oluyor [Amerikalı ajanların kadını köstebek olarak kullanmaları, hem kötünün hem de iyinin kadına ilgi duyması, kadınınsa ajana âşık olması ama “görev”in her şeyden evvel gelmesi iki filmin ortak tarafları] ama ne yazık ki Notorious‘ı Mission: Impossible dünyasına çok ama çok kötü bir şekilde uyarlıyor Towne. İkinci sınıf casus filmine dönüşüyor M: I. Zaten diyaloglar da geceleyin denk gelebileceğiniz ikinci sınıf filmlerden farksız durumda.
Gelelim Woo’ya. Yönetmenin filmlerini izleyenler bilirler. Woo büyük patlamalardan, büyük aksiyon sahnelerinden ve çatışmalardan hoşlanan birisi. Bazen bunun hakkını verip iyi bir filme imzasını atar, bazense çuvallayıp ikinci sınıf bir filme imzasını atar. Burada ikincisini yapıyor. Önceki filmlerindeki aksiyon sahnelerini M:I dünyasına kopyalayıp son derece sıkıcı, bıktırıcı ve kötü sahnelere imzasını atıyor Woo. Tel tel dökülen senaryo Woo’nun ellerinde daha da çekilmez hale geliyor. Sorun şu ki Woo sadece “cool”luğu önemsiyor. Öyküymüş, karakterlermiş, diyaloglarmış, karakterler arası ilişkilermiş, hiçbiri umurunda olmuyor. Slow-motionlar, güvercinler, fiziğe meydan okuyan aksiyon sahneleri (kuma tekme atınca tabancanın havaya kalkması), yeni keşfedilmişçesine bol kepçe kullanılan patlama efektleri ve nicesi filmin kalitesini dibe kadar düşürüyor. Velhasıl Woo bu film için çok kötü bir seçim olmuş, iyi bir şekilde başlayan seri daha ikinci filmle dibi bulmuştu.
Mission: Impossible III (2006): Lost‘la adından sıkça söz ettiren JJ Abrams, Cruise’un teklifiyle seriye dahil oldu. Abrams dümene geçer geçmez Woo’nun hatalarını silmeye çalıştı. Mesela aksiyonu azalttı, gerilimi artırdı, artık motosiklet otomobile çarpınca ortaya nükleer bomba atılmışçasına bir patlama çıkmıyordu. Abrams aksiyonu biraz daha realist hale getirdi. Keza fiziğe rahmet okutan sahnelere de yer vermedi, slow-motion’ı da kullanmadı. Yani üçüncü filmi ikinciden epey farklılaştırdı. Abrams aksiyon konusunda övgüyü hak ediyor. İkinci filmin aksine aksiyon sahneleri daha iyi. Mesela Ethan’ın köprüde koşturduğu sahne soluksuz izleniyor. Kötü adam da ikinci filmin kötüsünden daha iyi yazılmış. Philip Seymour Hoffman kötü rolde iyiydi. Diğer değişiklikse Ethan’da olmuştu. İlk iki filmde (Bond gibi) farklı kadınlarla takılan Ethan’ı evlendirmişti Abrams ve senarist grubu. İlk iki filmde aksiyonda tek başına takılan Ethan bu filmde bir takımın üyesi haline getirilmişti. Romantizm de öykünün önüne fazla geçmiyordu. Filme mizah da dahil edilmişti.
Bu değişiklikler olumlu. Abrams, Woo’nun hatalarını tekrarlamıyor. Lakin senaryo bu değişikliklere rağmen gene sorunlu, dolayısıyla film de vasata bile erişemiyor. İkinci filmden bir nebze daha iyi olsa da bu film de kötü. Serinin kadın sorunu burada da tekerrür ediyor. Ethan’ın eşini oynayan M. Monaghan da, ajanı oynayan Maggie Q de, fazla süresi olmayan Keri Russell da harcanıyorlar. Öte yandan aksiyonlu-gerilimli sahneler için en fazla vasat diyebilirim. Mesela Owen’ın (Hoffman) kaçırıldığı sahne fazla kolay olmuş. Owen bu denli kolay bir şekilde kaçırılmamalıydı. Farris’in (Russell) kurtarıldığı sahnede de heyecan çok yüksek değil. Vatikan bölümüyse vasatı aşamıyor. Köprü sahnesi filmin en iyisi. Zaten bu sahneden sonra da çıta düşüyor. Bu sahneden sonra Julia’nın (Monaghan) telefonunu açmaması, Ethan’ın Julia’yı ararken onu kaçıran adamla çarpışması, IMF’nin içindeki köstebekler, maskeli sahneler gibi türlü klişelerle çıta düşmeye başlıyor. Şangay’a geldiğimizdeyse Ethan’ın kalbinin durması, Julia’nın Ethan’ın kalbini yumruklamaya başladıktan sonra adamımızın “son anda” hayata dönmesi, Julia’nın kötüleri öldürebilmesi gibi sahnelere maruz kalıyoruz. Abrams romantizmi finalde yükselterek ikinci filmin hatasını tekrarlamış oluyor. Keza ilk filmde iyi işlenen IMF’teki köstebek konusu burada işlenmese de olurmuş. Velhasıl olumlu değişiklikler ve bir nebze daha iyi aksiyon sahneleri filmi kurtarmaya yetmiyor. Kötü karakter gene silik, öykü gene zayıf. Bu arada bu üç filmde Ethan’ın yeteri kadar derinleştirilemediğini de söyleyebiliriz. İkinci filmde aksiyondan aksiyona atlayan Ethan’ı burada evlendirip derinleştirmeye çalışmışlar ama pek işe yaramamış. Öte yandan film gişede de beklentileri karşılayamamış, az hasılat elde etmişti.
Mission: Impossible – Ghost Protocol (2011): Altı yıl aradan sonra 2006’da üçüncü filmle dönen M: I serisi bu kez beklenen hasılatı elde edememişti. Bu hasılattan sonra Cruise seriyi döndürmek için beş yıl beklemişti. Bu kez yönetmen koltuğu Incredibles‘la adından söz ettiren Brad Bird‘ün olmuştu. Bilindiği üzere neredeyse her filmde Cruise ve Ving Rhames dışındaki oyuncular değişiyordu. Bu kez kadroya Jeremie Renner, Paula Patton, Michael Nyqvist, Anil Kapoor, Josh Holloway, Lea Seydoux gibi isimler dahil edilmişti. Oyuncuları izlemek keyifliydi. Lakin bu filmin de senaryosu iyi yazılamamıştı. Üçüncü filmde aklı başında olan bir kötü yaratılmışken bu kez gene kafayı sıyırmış, Amerika’yla Rusya’yı birbirine düşürerek dünyayı kül etmek isteyen bir kötü karakter yaratılmış. “Amacı ne, niye dünyayı yok etmek istiyor?” gibi sorulara tatmin edici cevaplar verilemiyor, kötü karakter gene kötü yazılmakla kalıyor. Nyqvist elinden geleni yapsa da bu denli klişe ve derinliksiz bir kötüyü izlemek sıkıcıydı. Bu arada bu “dünyayı bombayla patlatayım” klişesi beraberinde son saniyede durdurulan bomba klişesini de getiriyor. Rusya demişken… Her zamanki beceriksiz Rus ajanlar klişesi bu filmde de mevcut tabii ki. Ethan bir Amerikalı olarak tabii ki film boyunca Ruslara ajanlık dersi veriyor.
Önceki film beklenen hasılatı elde edemediği için olsa gerek bu kez çok fazla aksiyon sahnesine yer verilmemiş. Aksiyon azaltılmış. Gene de bu filmde Ethan’ın Burj Khalifa’ya tırmandığı sahne epey gerilimliydi. Filmin en heyecanlı sahnesiydi. Diğer aksiyon sahneleri o denli heyecanlı değildi. Bunun dışında, Simon Pegg‘in rolü artırılınca komedinin de dozu artmış. Komedi-aksiyon dengesi sağlanabilmiş. Filmin yeni IMF takımı öncekilerden daha iyi ama gene karakterler fazla tanıtılmıyorlar. Özellikle Ethan’ın evli olduğu son beş saniyeye dek unutuluyor, Ethan’ın ne geçmişi, ne eşi anılıyor. Velhasıl oyuncuları izlemek keyifli, komedisi yerinde, bu kez romantizm kasılmamış, Burj Khalifa sahnesi iyi, Cruise gene gövde gösterisi yapıyor, lakin senaryo gene sorunlu. Bu yüzden şahsen bu filmi de başarılı bulmuyorum.
Mission: Impossible – Rogue Nation (2015): Farklı senaristler ve yönetmenlerin devraldığı, Cruise’un ağırlığının daha da arttığı M: I serisinde geldik beşinci filme. İlk film iyiydi, sonrası kötüydü. İyi aksiyon sahneleri çekilse de bir türlü ilk film kadar iyisine imza atılamamıştı. Kötü adamlar, kadın karakterler sorunlu, Ethan dahil tüm karakterler yüzeysel bir şekilde işlenmişlerdi. Cruise bu kez yönetmenlik görevini sıkça çalıştığı Christopher McQuarrie‘ye teslim ederek en doğru kararı vermişti. Dördüncü filmde izlediğimiz Patton nedense bu filmde es geçilmiş, ama boşluğu daha iyi bir karaktere (hatta serinin en iyi yazılmış kadın karakterine) hayat veren Rebecca Ferguson‘la doldurulmuş. Renner bu filmde de rol alsa da nedense (niye?) aksiyon sahnelerine dahil edilmemişti (yoksa Cruise tüm aksiyonu tek başına üstlenmek mi istedi?). İngiliz aktör Tom Hollander İngiltere başbakanı rolünde, Sean Harris ise kötü karakter Lane rolünde seriye dahil edilmişti.
Kadro iyi, bu kadroyu -özellikle Ferguson’ı tek tabanca/femme fatale Ilsa Faust rolünde- izlemek pek keyifliydi. Renner’ı da aksiyon sahnelerinde ekiple birlikte görmek isterdim açıkçası. Öte yandan aksiyon sahnelerinde McQuarrie beklentileri karşılıyor. Mesela Ethan’ın otobandaki motosikletli sahnesi heyecanlı, Benji’li otomobil sahnesi komik, filmi başlatan uçak sahnesi iyiydi. Aksiyonda sorun yok. Dövüş sahneleri de iyi. Ethan’ın suya atladığı ve bir süre sonra Ilsa tarafından kurtarıldığı sahne de heyecanlıydı. Kötü karakterin yakalandığı bölümse fena değildi. Bu arada bu filmin asıl artısı serinin kadın ve kötü karakter sorununun önüne geçmiş olması. Belirttiğim gibi diğer dört filmde kadınlar ya sevgili-eş ya da ajanlardı ve tek boyutlu kalıyorlardı. Bu filmdeyse Ilsa’nın hangi taraftan olduğunun bir türlü belli olmaması, içinde bulunduğu zorlu koşullar (ölümle tehdit edilmesi gibi) karakteri serinin diğer kadın karakterlerinden daha ilgi çekici hale getirmiş. Karakter iyi yazıldığı için Ferguson da Cruise’dan rol çalıp filmin yıldızı olmuştu. Kötü adam Lane ise diğer kötülerden daha iyi yazılıp oynanmış. Mesela karakter 2. filmdeki gibi salak birisi değil, 3. filmdeki gibi bağırıp çağırmıyor, 4. filmdeki gibi deli-dahi değil. Soğukkanlı, ürkütücü bir karakter. Harris de rolün hakkını veriyor.
Tabii burada Bourne‘a da değinmek gerek. McQuarrie bu filmde Bourne‘dan esinlenmiş. Bourne‘da Tredstone kirli bir örgüttü. Burada da Ethan bir süre sonra IMF’nin içine yerleşmiş, Sendika adlı bir örgüt olduğunu, bunun da “Anti-IMF” olduğunu fark ediyor ve film boyunca CIA’den kaçıyor, daha doğrusu öyle bir izlenim yaratılıyor. Filmdeki Sendika, Bourne‘daki Treadstone’u hatırlatıyor. Ethan’ın CIA’den kaçarken Sendika’yı temizlemeye çalışması Bourne’un Treadstone’un adamlarıyla mücadele etmesini hatırlatıyor. Ilsa’nın da işlevi Marie’yle benzer. McQuarrie’nin filmi iyi. Serinin ikinci iyi filmi. Ama finali o denli iyi değil. Üçüncü filmdeki son dakikada durdurulan bomba klişesi burada da mevcut. Kötü karakter çok zorlanmadan ele geçiriliyor. Ethan’ın aslında CIA’den kaçmadığı, Alec Baldwin‘in oynadığı Alan’ın aslında kötü birisi olmadığı gibi klişeler de mevcut. Twistler o denli iyi değil yani. Gene de üç filmden sonra nihayet iyi bir film izleyebilmiştik. Eleştirilere göre McQuarrie başarısını altıncı filmle de (Fallout) devam ettirmiş. Bakalım dedikleri kadar iyi mi?