Muhsin Bey sinema perdesinde dönerken, 2014 yılının İstanbul’u, 1987’nin İstanbul’uyla yüzleşebilecek mi?
İstanbul Film Festivali’nin bu yılki en büyük sürprizlerinden biri hiç kuşkusuz Muhsin Bey’in tadilat yapılmış versiyonunun sinema perdesinden izletilmesiydi. Bu gösterim, 2014 yılının İstanbul’undan, 1987 yılının İstanbul’una tekrar bakabilmek adına önemli bir fırsat oldu. Öyleyse bu fırsatı değerlendirelim; bugünün dünyasından o günlerin dünyasına dönüp, Ali Nazik’ten ve Muhsin Kanadıkırık’tan Türkiye’ye kalan mirası değerlendirelim.

Bugünkü Türkiye’ye kitle kültürü açısından bakıldığında en belirgin nokta olarak kutuplaşmış toplumsal yapıyı görüyoruz. Bütün mesaj ve anlamlar Türkiye’yi neredeyse tam olarak ortasından ayıran bir toplum yapısına işaret ediyor. Filmi gözönüne alarak bir Türkiye çıktısı ortaya koymak doğru olmayacağı için, kilitleneceğimiz noktayı İstanbul olarak daraltalım. Yine filmden yola çıkarak Beyoğlu fotoğrafına dönelim.
İstanbul’un kutupları
İstanbul’da temel olarak iki büyük kitleyi gözlemlemek mümkün. Özellikle seçimlerin ardından bu konuda konuşmak daha kolay. İstanbul’da eğitim düzeyi daha yüksek, seküler, cumhuriyet ilkelerine daha bağlı olarak görünen kesim, Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy gibi ilçelerde Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir yoğunluk kaplıyor. Eğitim düzeyi daha düşük, daha muhafazakar, simgeleri argümanlardan daha değerli gören kesim ise bu bölgelerde ülke ortalamasının çok altında bir yoğunlukta bulunuyor. Esenler, Sultanbeyli, Bağcılar gibi ilçelere bakıldığındaysa manzara tam tersine dönüyor.
Beyoğlu’nda ise bu makasın, bu derece açık olmadığını görüyoruz. Her iki nüfusun da bir yönden kendine yer bulabildiği bir yaşam alanı Beyoğlu. Evet, Doğan Apartmanı artık Muhsin Bey dönemindeki gibi dar gelirli insanların yaşadığı, izbe bir bina değil. Tam tersine, apartman sakinlerinin çoğunu Türkiye tanıyor. Fakat yine mücadele aynı iki kesim arasında. Kenara itilmiş olmanın saldırganlığıyla Beyoğlu’nun eğlence ekonomisine hakim olmak isteyen grubu bir tarafta, nişlerin biraraya geldiği, daha eğitimli altkültür gruplarının “üst zevklere hitap eden” kültürlenme biçimlerini diğer tarafta gözlemleyebiliyoruz.
Bu oyunun kaybedeni kim?
İşte Ali Nazik ve Muhsin Kanadıkırık, bu iki kesmin karşıtlığını ve diyalektik gereği karşılıklı muhtaçlıkarını simgeleyen iki karakter. Bir tarafta müzik dünyasındaki kültürel yozlaşmaya karşı “ölümüne” bir inat içinde olan, bu konuda eleştiriler yapan Muhsin Bey duruyor. Arabeskin ve Kürt nüfusun kültürel hakimiyetinden şikayet eden bir müzik sektörü çalışanı. Ancak bu eleştirileri, somut bir yeni proje geliştirmek için yeterli olmuyor. Yozlaştırıcı bulduğu yeniye karşı ortaya koyduğu tek proje geleneksel elitizm. O da 1987 yılının Özal fırtınası içinde para etmeyen bir yaklaşım. Ali Nazik ise dışlanmış, mağdur edilmiş ancak her nasıl olursa olsun, kazanmak zorunda olduğuna kendini ikna etmiş bir sembol olarak diğer tarafı temsil ediyor. Türkücü olmak istediği için önce babasından dayak yiyen, sonra da evinden kovulan, her şeyini kaybetmiş bir adam. Ancak o “saf anadolu delikanlısı” hayalimizin çok uzağında, metropol kurnazı biri. Muhsin Bey’e kendini kabul ettirmek için kapısının önünde üşüyerek beklediği sahneyi tekrar hatırlayalım. “Senin kalacak bir yerin yok mu?” sorusuna Ali Nazik’in verdiği yanıt birçok şeyi açıklıyor. Ali Nazik, kendisinin kapının önünde üşüdüğünü görürse, acıyıp onu içeri alacağını düşünmüş. Artık çok iyi bildiğimiz mağduriyet taktiği.
1987 yılının İstanbul’unda, bütün koşulların Ali Nazik’ten yana çalıştığı İstanbul hayatında, kaybedenin kim olduğunu bugün net bir şekilde görüyoruz. Muhsin Bey, bu iki toplumsal yapının yarıştığı kutuplaşma maçının ağır kaybedeni. Peki Ali Nazik bu oyunun kazananı oldu mu? Gelin filmin sonunda, bu iki karakterin yüzleştiği sahnedeki diyaloğu hatırlayalım:
Ali Nazik: Agam, kusura bakma. Kendimi kurtarmam lazımdı.
Muhsin Bey: (Dökülen pavyonun duvarlarında göz gezdirerek) Kurtardın mı bari?
Evet, 2014 yılının İstanbul’unda, kendini kurtarmak için her şeyi deneyen mağdur kesim, yaşadığı İstanbul’a şöyle bir göz gezdirdiğinde, kendini kurtarabildiğini düşünüyor mu acaba?
Peki bu sorunun yanıtını almak için ne kadar beklememiz gerekecek?