Muhteşem Yüzyıl tartışmalarla başladı. Bir kuma hikayesi olarak yoluna devam ediyor.
Anlatılan dönem ya da içerik ne kadar farklı olursa olsun, anlatılan hikaye ve hikayenin anlatılma biçimi hep aynı. Zengin aşiret ağasının, konağa getirilen yeni kıza vurulması, halihazırdaki eşlerinden birinin bunu çekememesi ve aralarındaki mücadele klişe bir hikayedir. Muhteşem Yüzyıl, bundan başka ne anlatıyor? Anlatılanı bir yana bırakırsak, karakterlerin niteliklerini ortaya koyan diyaloglar ne kadar farklı? Bir dönemin dilsel atmosferini, zamanın ruhunu ve tarihin içinde karakterlerin kendilerini oluşturma hallerini anlatmayacaksak, anlatamayacaksak neden dönem çekiyoruz?
Kendi bağlamında, yüzlerce kez anlatılmış bir hikayeyi, Süleyman ve Hürrem eşliğinde anlatmak neden? Hele tam da onları mümkün kılan sınırlar, dil ve atmosfer oluşturulmayacaksa. Hikaye açısından böylesine verimli bir yapı, neden usandırıcı, basit bir kuma klişesine dönüşüyor? Kanuni’nin, soyunma odasında taktik veren bir teknik adam edasıyla ortaya döktüğü tarihsel veriler olmasa, tarih ve dönem bu işin neresinde? Süleyman, Süleyman olamayacaksa neden anlatıyoruz ki Süleyman’ı?
Hem dönemin hem de türün içini boşaltan beyhude bir çaba değil mi?
Benzer soruları, Öyle Bir Geçer Zaman Ki için de sorabiliriz, bir takım dışsal eklemeler olmaksızın- gazete göstermek, arabalar- Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘yi bir dönem hikayesi yapan ne? Ali kaptanı ya da Cemile’yi kıyafetlerinden başka, kendi dönemlerinin insanı yapan ne? Ya da soruyu şöyle soralım, şimdi ki zamanda çekilseydi dizi, Ali kaptan ve Cemile ilişkisinde ne değişirdi, ne eksilirdi? Ya da hikayenin dönem olarak çekilmesini gerektiren bir içeriği var mı?
Genel olarak dönem denildiğinde, dönem elbiselerinden, sisli bir atmosferden, döneme ait bir gazeteden ya da bir arabadan müteşekkil, dışsal ve kaba çizgilerden başka ne kalıyor elimizde? Şöyle soralım, bahsedilen türde bir kuma hikayesinde, bahsedilen ağanın kendisini ifade etme tarzıyla, Süleyman’ın kendini ifade tarzı- bedensel ve dilsel- arasında fark var mı?
Kitlesel tüketim koşullarıyla var olan bir sanattır sinema: Kitlenin genel anlama sınırı, sinemanın anlatma sınırını belirler. Bu yanıyla, vasatta uzlaşma sanatıdır. Kitle tüketimine uygun üretildiği için ortalama algının anlayamayacağı her türlü incelikten uzak durur. Gerçekliği genel çizgilerle çevreleyerek herkes için hale getirir. Örneğin, Amerikan sineması bütün çağlar için aynı biçimde, aynı çelişkilerle yaşayan, aynı dille konuşan bir ‘insan’ yaratarak, gerçeklik ve anlam arasındaki tarihsel ilişkiyi altüst etmiştir.
Ama nihayetinde, sinemanın üretim tarzına ve diline yönelik apriori diyebileceğimiz bir eleştiridir bu. Yani, sinema bu eleştiriden her zaman nasibini alır ve alacaktır. Ama sinemanın, teknikle yaratıcılık arasında gidip gelen, incelikli bir işçiliği gerektirdiği gerçeği yerli yerinde durur. İyi ile kötüyü ayırt edebilmemizi sağlayan başvuru kümesinin içeriğini de bu gerçek oluşturur. Örneğin, Mad Men de kitlesel tüketime yönelik bir üründür ama Mad Men bir dönem dizisiyse, bizimkiler ne dedirtecek düzeyde ayrıntı zenginliğine, derinliğe ve inceliğe sahiptir.
Marksistlerin üretim tarzı ve üretim ilişkileri analizlerinden haberdarsanız, ortada bireysel ya da tikel bir sorun olmadığının da farkındasınızdır.
Eğer sizin için öcü bir teoriyse, pis kaka Marx’ın miadı doldu, daha felsefi okumalar istiyorum derseniz, Wittgenstein’ın II.dönemi, dil meselesini ortaya koyma hali ile meramı anlatmak için yeterlidir. Nedir mesele? Dil, bütünlüklü bir ağdır, anlam bu ağın içinde kullanımla ortaya çıkar. Dil oyunları ve aile benzerlikleri kavramlarını, dilin tikel ve tümel işleyişini ve ikisi arasında ki bağı açıklamak için kullanır Wittgenstein. Dil, yapısal olarak nasıl işler? Anlamı olanaklı kılan nedir?
Devam edersek, bir dili kullanarak dilin içine gireriz. Bir oyuna dahil olmak gibidir bu. Oyuna dahil olmak, oyunun oynanmasını mümkün kılan kurallar kümesinin kavranması ve uygulanmasıyla mümkündür. Oyundaki her özne, oyunun tikel bir parçasıyken, oyunu mümkün kılan ortak bir anlam kümesinin de parçasıdır. Bu yüzden, dilin kural izleyici bir içeriği vardır. Kişinin dili kullanımı, her defasında, kurallardan oluşan büyük bir ağı da kullanmasıdır. Bir dil içinde anlaşabilmenin ya da iki kişi arasında dilin bir anlam aracı olmasını sağlayan budur. Yani dili en kişisel düzeyde anlamlı olarak kullanabilmemiz için, dilin herkes için yapısal bir anlam kümesine sahip olması gerekir. Bir dilin içinde kendimizi ifade etmek, dilin dünyasını ifade etmektir. Bir dilin içine girebilmenin anlamı, dilin dünyasına girmek ve onun kurallarını takip etmektir. Dil, düşüncenin biçimidir. Bu yüzden, Wittgenstein için, dilin sınırları, düşüncenin ve dünyanın sınırlarıdır.
Kaba bir Wittgenstein özetinden sonra devam edersek, Türk sinemasını oluşturan öznelerin, kurallara, dil oyunlarına ve aile benzerliklerine sahip, bir tür minör dil içinde var olduğunu söylemek mümkündür. Majör dil için geçerli olan, minör diller için de geçerlidir: Her bir cümle, o cümleyi anlamlı kılan bir işleyiş kümesine işaret eder. Her bir cümle, o dünyanın bütününü ifade eder. Dilin hangi kurallar ağına ve aile benzerliklerine sahip olduğunu anlatır.
Yanlış Hayat Doğru Yaşanamaz
Şu an Türk sinemasında, tarihsel bir dönemi, o dönemin diliyle ve ruhuyla konuşturabilecek yetkinlikte kimse yok. Yetenekte değil yetkinlikte kimse yok. Yetenek verilidir, yetkinlik ise üretim tarzı ya da ‘dilin’ içinde şekillenir. Eğer, bilim kurgu yazılmasını gerektirecek bir ‘sinema’ yoksa, ne kadar yetenekli olursanız olun, bilim kurgu yetkinliğini oluşturamazsınız. Felsefece söylemek gerekirse, tikel, tümelin mümkün kıldığı dilsel çerçevenin fırsat ve olanaklarıyla var olabilir. Yani sorun yetenekli insan açığından çok, yetenekli kişilerin yeteneklerini biçimlendiren dünyanın ya da dilin yapısı ve sınırlarıdır.
Mevcut üretim tarzı ve ilişkileri, kişilerin yeteneklerini geliştirmesinden ve çeşitlendirmesinden ziyade belirli formüllerin, kurtuluş reçetelerinin icrası üzerine kurulu. Bu yüzden, içeriksiz ve müphem bir senarist kavrayışı var: Her şeyi biraz yazabilen ama aslında hiçbir şeyi tam olarak yazamayan, ne mesleğin konumunun ne de mesleğin icrasının gerektirdiği uzmanlaşmadan uzak..
Türk dizilerinin, aile benzerliklerini sıralamak gerekirse şunları görürüz: sayısı bir elin parmağını geçmeyecek hikaye formları, anlatılan hikayeyi bir kadın erkek ilişkisinin etrafında sündürdükçe sündürmek, karakterlerin yüzeysel olduğu, bütün diyalogların neredeyse birbiriyle aynı olduğu, tutarlı bir kurguya ya da mantıksal çizgiye sahip olmayan, amaçsız sahneler ve diyaloglar barındıran, yavaş, olaysız ve bu olaysızlığı örtmek adına abartılı müzik kullanan…
Dönem dizisi çekildiğinde, bütün bunları aynen koruyarak, sisli bir atmosferin içine yerleştiren, döneme ait kıyafetlerin, birkaç kaba çizginin atmosfer oluşturucu öğe olarak sunulduğu ve yeterli sanıldığı…
Wittgenstein’la devam edersek, bu oyuna katılmak için, yukarıda anlatılan benzerliklerle uyumlu olmak ve bu benzerlikleri mümkün kılan dilin kurallarını takip etmek gerekir.
Böyle bir üretim-dil ortamında, tür konusunda uzmanlaşma ve çokluk imkansız olduğundan, her ne yazılırsa yazılsın, bilimkurgudan tarihsel anlatıya kadar farklı olsun diye yapılan her şey, öğrenilmiş ve defalarca yapılmış ‘aynı’ hikayelere dönüşür. Dönüşmek de zorundadır, çünkü sadece o hikayeleri mümkün kılan bir dil içindeyizdir. Dahil olmak için kuralları takip etmek, dilin sizi biçimlendirmesine izin vermek zorundasınızdır. Yukarıda tarif edilen aile benzerlikleriyle uyum sağlama niteliğiniz, sizin oyunun parçası olmanızın da koşuludur. Kuralları izlemeyi reddederseniz, oyunun dışına atılırsınız. Sonunda, oyunda sadece oyunun kurallarını anlamlı bularak, izleyenler kalır.
Böyle bir ortamda, Muhteşem Yüzyıl’ın, anlatmaya niyetlendiği tarihsel dönemin hikaye açısından zengin içeriğine rağmen, anlatabildiği ya da anlatmayı seçtiği hikayenin bir kuma hikayesi olması şaşırtıcı değil. Aslında kolayca görülebileceği gibi bir seçim bile değildir bu. Bir otomat olarak üzerinize düşeni yapmaktır. Sadece belirli hikayeleri, belirli formlarla anlatmanıza izin veren bir tümel içinde, sadece onu anlatabilecek halde donmuş-biçimlenmiş- olan tikelin iş anlaşmasıdır var olan. Herkes üretim tarzının sakatlaştırıcı etkisinden payını alır. Farkı yok eden, tahakküm edici bir dil her şeye egemen olur. Çokluk imkansızdır.
Böylesi bir dil, farklı olanın peşine düştüğünde, gerçekten kendisini ortaya koymaya çalıştığında, bildiği dünyanın dışına çıkmış olmanın şaşkınlığı her tarafından dökülür. Çünkü artık ortaya konulacak bir kendilik kalmamıştır. Öğrene geldiği ve uzlaştığı akılsızlığın kendisine dönüşmüştür yıllar içinde. Geleceğe ertelenmiş hayal, amaçlar uğruna bir kenara bırakılmış eleştirel akıl, sonsuza kadar terk etmiştir onu. Uzlaşmayla oyuna dahil olan ve ta başından beri hayal ettiği güce kavuşan kişi, hayallerini gerçekleştirmek için davrandığı an oyunun akıl tutulmasından payını aldığını fark eder. Düşlenen gelecek geldiğinde, hayalleri gerçekleştirmenin tam zamanıyken, hayal ettiklerini gerçekleştirecek bütün içsel nitelikleri, uzlaştığı dilin tahakkümünden payını almış, sakat kalmıştır. Soluk bir anı olarak hayal, belleğindeki bir ölüden başka bir şey değildir artık.Uzlaşmaya gönüllü olmanın dahil olmak için yeterli olduğu oyunda, düşünmeyi mümkün kılan tek anda, artık düşünemediğini görerek, huzursuz bir vicdanla titrer. Kendine gelemez ama. Kendine gelmenin vakti çoktan kaçmıştır: Dönüştüğü ‘şeyden’, bir şey olmaktan, başka seçeneği yoktur. İhanet edilen hayal ve hakikat, ihanet edeni sonsuza kadar kişiliksiz bırakarak intikamını alır. Uzun süredir, uzlaşılan oyunun halesi olarak var olmaktan başka anlamı olmayan hayal çekip gittiğinde, kendi tükenişiyle yüz yüze olan biri kalır. Sadece soluk bir anı, bellekteki bir ölüdür, O.
Kaldığı yerden devam etmekten başka çaresi yoktur. Kendi yozlaşmış imgesine tahammül edebilmesine yardım edecek çareler arayarak ve kendini uyuşturarak tükenir.
Bütün, yanlıştır.Yanlış hayat, doğru yaşanamaz. Adorno.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.