İtiraf etmeliyim ki “Nar”, Ümit Ünal’ın yönetmenliğinde izlediğim ilk film (yazdıklarını saymıyorum). “9” ve “Ara” gibi eserleri, hayranlıkla takip ettiğim bazı sinema yazarları tarafından en iyi Türk filmleri arasında gösterilmesine rağmen, henüz izleme fırsatı bulamadım. Aslında bu noktada istemeden de olsa bam teline basmış olabilirim. İzlememiş olmak tamamıyla benim suçum mu? O biraz tartışılır. Lakin bu konuya sonra değinelim.
dürtme içimdeki narı
üstümde beyaz gömlek var.
Dürtmedikçe bir sorun olmaz zaten. Ya da, IT’ci deyimiyle söylersek: “Çalışan sisteme dokunmayacaksın.” Film, Birhan Keskin’in yukarıdaki dizeleriyle açılıyor. Bu girizgahı, fragmanlarda da görünen nar parçalama sahnesi izliyor. Söz konusu meyvenin filme adını vermesi de cabası. Nar metaforu, filmin sırtını yasladığı en önemli payanda konumunda. Öyle ki, belli bir noktada kafanız karışırsa (ki mümkün), filmi çözümlemek için başvuracağınız bir nevî kılavuz.
Özetle “Nar”, üç ana (kadın) karakterin arasındaki meseleye, bir (erkek) yan karakterin dahil olmasıyla yaşanan sıradışı bir günü anlatıyor. Hikaye, genel manada tek mekanda geçtiğinden, sürükleyiciliğini koruyabilmek adına karakterlerle ilgili sürprizlere meyil gösterirken, yer yer (zeka parıltıları saçarak) akıl oyunlarına da başvuruyor. Ümit Ünal, gerilimi kademe kademe artırırken, karakterlerin derinliklerine iniyor; ince ince işliyor onları. Git gide kadınların ilk bakıştaki o huzurlu, nezih yaşantılarından, hal ve hareketlerinden eser kalmıyor. Hediye paketi açılıyor yani. Nar dağılıyor. Gerçekler suratlara çarpılıp, takke düşüp kel görününce işler karışıyor. Gerçek, her zaman göründüğü gibi olmuyor. Aslında insanlar birbirine çok benziyor. İşlerin karıştığı noktada ise başa sarmakta fayda var. Bu noktada yine IT’ci camiadan bir deyimle söylersek: “Restart at, çalışır.”
Böylesi düşük bütçeyle, tek mekan ve dört oyuncuyla, seyirciyi sıkıntıya sokmadan ilgiyi diri tutabilmek de büyük iş doğrusu. Gerilim atmosferini koyulaştırmak için, bu kadar az değişkenin var olduğu bir ortamda ses tasarımı ve müziğe başvurulması gayet makul ve bence güzel bir sürpriz. Şöyle bir düşündüğümüzde, özellikle “aeteur” sinemamızda müziğin bir etken olduğunu söylemek zor. Genel olarak “Nar”, bir tür yalın (ama yavan olmayan) sinema deneyimi gibi. Sadece iyi bir senaryo ve karakterler ile neler yapılabileceğine dair iyi bir örnek- bu noktada ister istemez 12 Kızgın Adam’ı hatırlıyorum; kıyas kabul etmez tabi ki.
Ümit Ünal’ın yaptığı filmler, yönetmenin sanatsal imzasını ön plana çıkaran (“aeteur”) ve genelde düşük bütçeli yapımlar. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi daha bilinen örneklerinden de biliyoruz ki, Türkiye’de bu tip sinema yapmak ateşten bir gömlek giymek gibi. Filmi bin bir takla atarak (mesela “Nar”da tek mekan ve dört oyuncu seçimi en başta bütçe kısıtı ile de ilgili olmalı) çekebilmek bir yana, karşınızda sizden daha yenilir yutulur, “çerez” işler bekleyen bir dağıtım endüstrisi hegomonyası var. Ümit Ünal’ın önceki filmlerini izleyememiş olmamın, az sayıda salonda ve ancak kısa bir süre için gösterime sokulmasının da payı var muhakkak. Ne yazık ki bazı filmler seyirciyle buluşamıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.