Barışın önemini en iyi savaşın iğrençliğinde anlayabiliriz sanırım. “Barış dolu günler” tamlamasının savaşın korkunçluğu karşısında hiçbir anlamı yoktur aslında. Ve maalesef barış, insan ırkı için iki savaş arasındaki nispeten huzurlu dönemi tarif ediyor.
Toplum olarak kafamızın bu kadar karışık olduğu başka bir dönem daha var mıdır, emin değilim. Padişahlıktan cumhuriyet rejimine geçerken bile kafaların bu kadar bulanık olduğunu sanmıyorum. Oysa şimdi “devlet elden gidiyor mu, gidiyorsa kimin elinden kimin eline gidiyor, laiklik tedavülden kalkıyor da yerine ılımlı islam mı geliyor, akp amerikanın başımıza bir oyunu mu?” vs. vs. binlerce sorunun cevabını arıyoruz.
Dolayısıyla AKP menşeili her şey dış mihrak ilan edilirken, tersi durumda iç mihrak kabul edebileceğimiz Ergenekonculaştırdıklarımızdansınız demektir.
Kısacası at izinin it izine karıştığı bir acayip zamana ışınlanmış gibiyiz. Artık toplumda ciddi bir kesim, demokrasinin Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek için icat edildiğine bile inandırılmış durumda. O nedenle kürt açılımına da her türlü demokratikleşme hareketine de hükümet merkezli olduğu için paranoya ile yaklaşıyoruz.
Hangi dağda kürt öldü?
Tam bu noktada ‘Nefes: Vatan Sağolsun’ filminin varlığı da bizi tedirgin ediyor. Altından ne çıkacağını merak ediyoruz. Hangi dağda kürt öldü de böyle filmler yapılır oldu? Yıllardır kendi aramızda geyiğini çeviririz. “Adamlar kaybettikleri Vietnam savaşından bile ne filmler çıkardı. Biz Çanakkale destanından, Kurtuluş Savaşı’ndan hâlâ doğru düzgün filmler çıkaramadık.” Solun yıllardır söylediği, egemen güçlerin maşası derin devlet ilişkileri artık milliyetçilerin yaptığı bir televizyon dizisinin ta kendisi… Patlamalı çatlamalı filmleri bile türk sinemasının en pahalı filmleri.
Oysa sinema sanatı bir yandan yüzleşme ve hesaplaşma sanatıdır. İnsanın yaşadığı toplumla, toplumun bireyle yüzleşmesi ve hesaplaşmasıdır. Yıllardır pisliğini halının altına atması öğretilen, üzüldüğünde yorgan altından ağlayan bir toplumun sineması da ondan farklı olamıyor maalesef.
Ancak yine de bu topraklarda güzel şeylerin de olabileceğine dair umudunuzu tüketmemeniz için bir çok sebep bulabilirsiniz. Belki de Nefes: Vatan Sağolsun filmi bu umutlarımızdan birisi olabilir. Farkındayım; bu film için ya da herhangi bir film için abartılı bir yaklaşım olduğunu bile bile söylüyorum bunu. Birazdan filmi dili açısından da değerlendirmeye çalışacağım ama filme evrensel sinema değeri açısından bakarak söylemiyorum bunu. Bu topluma kendi gerçekliğiyle son derece sahici bir biçimde yüzleştirme cesaretini film yaparak gösterebildiği için söylüyorum bunu. Nefes filmi bu uğurda elbette bir başlangıç sayılmasa da, bir mihenk taşı olacağını umut ediyorum. İçimizdeki bu savaşın yarattığı intikam duygusunu bir sonraki kuşağa da bırakmamak için buna çok ihtiyacımız var.
İdeolojik değil, insanî yaklaşım
“Ülke elden gidiyor” ruhunun hayaleti etrafımızda yeniden dolaşmaya başlamışken böyle tehlikeli sularda gezmek sinemasal olarak da sorumluluk gerektiren bir hareket. Godard’a göre nasıl ki basit bir kamera hareketi bile yönetmen açısından ahlaki bir sorumluluk taşıyorsa, bu filmin de nerede durduğu ahlaki bir sorumluluk olarak kabul edilebilir. Nitekim yönetmenin filmde de kabul ettiği gibi savaş bir cinayetse eğer, o zaman cinayetin olduğu bir ortamda tarafsız olmak katile ortak olmaktır.
Bu durumdaki bir filmin başına gelebilecek en acı şey, “ne şiş yansın ne de kebap” diyerek bir anda kofti bir aksiyon filmine dönüşmesi olabilirdi. Neyse ki Nefes böyle bir ofsayta düşmemiş. Kurtlar valisi siyasal paranoyalarından tamamen uzak kalarak sadece savaşın ve yalnızlığın, (söylemeye dilim varmıyor ama) “ıssızlığın” insan üzerindeki yıkıcı etkisine odaklanıyor. Derin ilişkiler yumağıyla örülmüş sığ siyasi iklimin yarattığı dile esir düşmemeye gayret gösteriyor. Filmde, her an ölmeyi bekleyen saf Anadolu çocuklarını, kendilerini ispat etmek zorunda oldukları şişirilmiş erkeklikleri, hayattan almak istedikleri intikamları olan insancıkları, onları hiçbir zaman tam olarak anlayamayacakları bir nedenle ölmeye, bir yandan ölmemeye hazırlanmalarını görebilirsiniz. Dağların derin uçurumları, bulutlar, yalıtılmışlık tam da Levent Semerci becerisiyle resmedilerek pastoral ve şiirsel bir tat yakalanmış.
Tabi tüm bunların yanında, kimi sahnelerinin anlatımı maalesef sığ sulara yaklaşıyor. Üstelik filmde sarkmalara yol açan bu bir kaç “gereksiz” sahne, filmin “mesaj kaygılı” bütünündeki gereksiz anlarını oluşturuyor. Şöyle söylesem daha anlaşılır olacak: Türk sinemasının bir türlü aşamadığı, hikâyede katman yaratmak için karakterlerin gevezeliğe ve/veya anlamsız bir romantizme vurduğu sahnelerden bu filmde de kurtulamadık sayın seyirciler!
Ukalalık ederek söylemek gerekirse sanki filmin kabaca 10 dakika civarında kısaltılması daha akışkan ve söyledikleri konusunda daha net olmasını sağlayabilirdi. Böylece, hem öykü rotasını kaybetmezdi hem de daha güçlü kalabilirdi sanki.
Her şeye rağmen bu film konuya dair sahici duygularımızı uyandırarak düşünce üretmemize olanak tanıyor. Bu bile izlemek için yeterince güzel bir sebep. Meseleye yaklaşımı nedeniyle antimilitarist çevrelerce fazla militarist, asker kafa milliyetçiler içinse orduya ve devlete karşı fazla terbiyesiz bulunacağı kesin. Hatta pek çok sahnesinin nato kafa nato mermer milliyetçilerin viral propaganda filmlerinin ana materyallerinden olacağı da kesin. (Konunun uzmanı ana haber bültenleri şimdiden başladı bile. )
Ama her halükarda, yıllardır hamaset edebiyatıyla üstünü örttüğümüz tüyler ürpertici savaş gerçeğini inkâr edilemeyecek kadar sahici anlatmayı başararak, konunun ideolojik taraftarlarına meseleye insanî bir yaklaşımdan bakmayı öneriyor. Belki de gösterim öncesi yarattığı beklentiyle pek çok kişiyi ofsayda düşürüyor.
Son olarak umarım Levent Semerci cesur ve bağımsız bir yönetmen olarak üretken olmayı başarabilir ve meseleyi farklı eksenlerden tartışmamızı sağlayabilecek filmler daha da çoğalır.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.