Network, 1976 yapımı bir film ve aynı yılda geçer. Herhangi bir geçmiş dönem anlatımı söz konusu değildir. Çoğu kişinin bildiği üzere Amerika Birleşik Devletleri 68 hareketi ile başlayan dönemden 80’li yıllara kadar çok kaotik bir dönem geçirdi. 1929 Buhranı’ndan bu yana Amerikan halkı 1975’te biten Vietnam Savaşı’yla birlikte kaybetmiş bir dünya gücünün insanları olarak kendilerini yenilmiş ve yalnızlaşmış hissettiler. Mağlup olmuş askerler ülkelerine döndüklerinde çoğunda psikolojik sorunlar baş gösterdi ve bir bölümü de intihar etti. Bu aslında Amerikan Rüyası’nın çok şiddetli bir sonunu gösteriyordu. Vietnam Savaşı 1955’te başlamıştı ancak 68’deki gençlik hareketi ile birlikte Amerika’da dünyanın birçok bölgesinde en çok eleştirilen konu olmaktan da kurtulamamıştı. Askerlerin psikolojilerinin bu denli bozulmasının bir başka önemli sebebinin de aslında ülkelerinde kendi jenerasyonlarına ait kişilerden bu denli büyük çapta bir tepki görmeleriydi.
Vietnam Savaşı dışında 70’lerde Amerika’nın ve Amerikalıların başını en çok ağrıtan bir başka olay ise Watergate Skandalı’ydı. 1972 yılında Watergate Plaza’ya girmek üzereyken yakalanan 5 hırsız Amerika’nın siyasi tarihini sonsuza dek değiştirdi. Haklarındaki soruşturma derinleştikçe her şey ortaya çıkmaya başladı. Bu 5 hırsız Cumhuriyetçi Parti adayı Richard Nixon’ın emriyle Demokrat Parti adayı Jimmy Carter ile ilgili bilgileri kendisine iletiyorlardı. Watergate Plaza Demokrat Parti’nin çalışma merkeziydi ve seçim hazırlıklarıyla ilgili her türlü bilgi burada tartışılıyordu. Hırsızların amaçlarının duyulmasının ardından Bob Woodward ve Carl Bernstein adlı iki Washington Post muhabirinin olayın üzerine gitmesiyle çok büyük bir skandal patladı ve sonunda Amerika’nın mevcut başkanı Nixon 1974’te istifa ederek görevi bıraktı. Mevcut devlet başkanının seçim olmadan kendi rızasıyla görevi bırakması ABD tarihinde hiç görülmemiş bir şeydi ve büyük yankı uyandırdı. Onun ardından başkan yardımcısı, filmin geçtiği dönemde de başkan olan Gerald Ford göreve geldi ancak Ford, çok büyük bir hata yaparak Nixon’ı affetti ve onu belki de hapse girmekten kurtardı. Çünkü Nixon’ın Başkan Ford tarafından affedilmesi hakkında herhangi bir dava açılmasını önlüyordu.
Bu iki olay her zaman Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük sansasyon yaratan olaylar olarak bilinir. Ancak tam tersine hem Vietnam Savaşı’nın hem de Watergate Skandalı’nın yaptığı en büyük etki Amerikan halkına kazandırdıkları yalnızlık, paranoya, yenilmişlik, depresyon hisleridir. 1970’li yıllarda Amerikan Sineması Coppola, Scorsese, Spielberg, De Palma ve Lucas gibi ‘sakallı’ yenilikçi yönetmenlerin etkisine girerek çok büyük bir ivme yakalamıştı. Coppola’nın Watergate’in etkisinden çıkamamış bir profesyonel dinleme ustasının öyküsünü anlatan The Conversation’ı ve Hearth of Darkness (Karanlığın Yüreği) romanından esinlenerek çektiği savaş taşlaması Apocalypse Now ile Scorsese’nin Taxi Driver’ı Vietnam ve Watergate panoramalarını en güçlü işleyen filmler oldular. Bu dönemde ‘sakallı’ olmayan bir yönetmen daha ortaya çıktı ve çektiği çok açık politik filmlerle kendi auteur sinemasını hızlı bir şekilde oluşturdu. Sidney Lumet sakallılardan yıllar önce büyük filmler çekmişti. 12 Angry Men, The Verdict, Lumet’in ustalık eserleriydi. Ancak 70’lere girildiğinde o da Vietnam ve Watergate’den yararlanan yönetmenler kervanına katıldı. Serpico ve Dog Day Afternoon çok büyük başarılar elde etti. Ancak ustanın 1976 yapımı başyapıtı Network hepsinden daha farklı, daha sert ve hayranlık uyandırıcıydı.
Konusu
Film, Amerika’nın en büyük medya şirketlerinden CCA’ya bağlı UBS kanalında çalışan fevri, deli ve yerinde duramayan haber sunucusu Howard Beale’in kaotik kariyerini anlatıyor.
Analiz
Öncelikle teknik analizlerle başlayalım. Yönetmen Sidney Lumet’in yönetmenliği tek kelimeyle muhteşem. Oyuncu yönetiminin bu denli kusursuz olduğu bir film seyretmemiştim. Howard Beale, Diana Christensen, Frank Hackett ve filmde çok kısa süre rol aldığı halde en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında oscara aday gösterilen Ned Beatty’nin karakteri Arthur Jensen. Bu karakterlerin hepsinin derinliklerine çok iyi iniliyor ancak hiçbirine birbirinden daha fazla değinilmiyor yani bu hiç sırıtmıyor. Lumet, kariyerinin başından itibaren hep müthiş siyasi alt metinleri olan filmler çeken bir yönetmen olageldi. Ancak üst satırlarda bahsettiğimiz sakallı yönetmenlerin filmlerinde de siyasi alt metinler vardı. Lumet’in farkı kendi politik görüşünün filmlerine yansıması. 12 Angry Men, Serpico, Dog Day Afternoon ve Running to Empty gibi filmlerinde bunu çok açık bir şekilde gördük. Network ise kesinlikle Lumet’in zirve filmi. Bu denli kusursuz olmasının başlıca nedeni de senaryo. Paddy Chayefsky’nin yazmış olduğu senaryo tek kelimeyle mükemmel. Karakterlerin neredeyse her birinin çok güçlü tiradları var ve bunları bu denli ustalıkla yazmak gerçekten çok büyük başarı isteyecek cinsten tiradlar. Tiradlar haricinde neredeyse her diyalogun, her cümlenin bir siyasi – politik karşılığı mevcut. Aslında bu yüzden Network, analizi neredeyse bir kitap kadar sürebilecek bir film ancak ben bunu mümkün olduğunca kısaltıp, toparlayıcı bir analiz yapmaya çalışacağım. Senartist Paddy Chayefsky aslında kariyerinde çok fazla televizyon filmi senaryosu yazmış bir isim. O yüzden bu denli dolu bir filmle böyle dolu bir senaryo yazmış olması gerçekten dahice.
Senaryo ve yönetmenlik dışında cast seçimi kesinlikle çok başarılı. 70’lerde altın çağlarını yaşayan Faye Dunaway olmasa film gerçekten çok eksik kalırmış. Dunaway filmde 35 yaşında. Ona en yakın kişi olan Robert Duvall ise 45 yaşında. Peter Finch, William Holden, Wesley Addy, Ned Beatty gibi oyuncular ise bu filmle kadar kendilerini çoktan kanıtlamış emektar oyuncular ama hepsi çok güçlü oynuyor. Tam biri öbürünü performans olarak ezmiş diye düşünürken hemen bir başkası daha acayip bir performans veriyor ve bu gerçekten çok büyük beceri isteyen bir iş. Oyuncuların performanslarının yüksekliğinin bu denli eşit olabilmesinin en önemli sebebi de elbette kusursuz yazılmış olan senaryo ve oyuncu yönetimi. Bunlar dışında filmin kurgusu da çok etkileyici. Özellikle filme nadir anlarda anlatıcı olarak giren dış ses çok iyi ayarlanmış.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir
Filmimiz iki yakın arkadaş olan haber sunucusu Howard Beale ve Max Schumacher’ın sokakta sarhoş olarak dolaştıkları bir sahneyle başlıyor, ikisi de neşeli, gülerek birbirlerine hikayeler anlatıyorlar. Bu buluşmanın bir başka önemi daha da var ki o da artık Howard’ın emekliliğinin yaklaşmış olması. Sonrasında ise yeni gelişmeler yaşanmaya başlıyor, reyting düşüklükleri, kanaldaki işten çıkarmalar gibi konular açığa çıkıyor. İşte buralarda bir diğer ana karakter olan Diana Christensen ile tanışıyoruz. Diana oldukça genç, gözü kara, taze kan bir işkolik medya çalışanı. Gerçekten çok başarılı yazılmış bir karakter Diana. Düşük reytinglerle ilgili bir şeyler düşünmekteyken yakın zamanda çekilmiş bir görüntüye denk gelmesi her şeyi değiştiriyor. Devrimci bir örgütün kayda alınmış banka soygunu görüntülerini gören Diana, hemen kanalın en üst düzey kodamanlarından olan Frank Hackett’a ulaşarak randevu alıyor. Ve bu özel ikili toplantıda Hackett’ da Diana’ya hak veriyor. Diana’nın planı ise tam olarak şu; düşük reytinglerin en büyük sebebi klasik melodramik haberlerin çok fazla yer kaplıyor olması, cinayetler, mafya savaşları, intiharlar ve siyasi grup çatışmaları verilirse reytinglerin uçuşa geçeceği. Ve bu haberleri sunacak tek kişi olarak da yakında emekli olacak olan sorunlu kişi Howard Beale’i seçiyor Diana. Beale’i seçmesinin en önemli nedenlerinden biri de daha geçen hafta sunduğu haber bülteninde gelecek hafta canlı yayında intihar edeceğini söylemiş olması. Diana’nın isteği gerçekleşiyor ve Beale artık haber bültenlerinde sadece bu tarz, içinde şiddet olan haberleri vermeye başlıyor. Buna bağlı olarak da reytingler artmaya başlıyor elbette. Yalnız bunlar olurken Diana ile kendinden oldukça büyük olan deneyimli kodamanlardan Max Schumacher arasında bir ilişki başlıyor ki Max, Diana’ın program felsefesine tamamen zıt düşünen bir karaktere sahip ve bu yüzden işine de son veriliyor. Ancak ilişkilerine devam ediyorlar.
Ve bir gece Howard Beale, üstünde pijaması ve montuyla sağanak yağmurda ıslanmış bir biçimde kanala haber sunmaya geliyor ve filmin en unutulmaz tiradlarından birine imzasını atıyor:
Sizlere işlerin kötü olduğunu söylememe gerek yok. Bunu herkes biliyor. Bu bir çöküş, herkesin işe ihtiyacı var. İşten atılmaktan öyle korkuyorlar ki. Bir dolar bir nikel değerinde. Bankalar batıyor. Dükkan sahipleri tezgah altında silah saklıyorlar. Serseriler, sokaklarda dehşet saçmaya devam ediyor. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Ve bunun bir sonu yok. Soluduğumuz havanın yararı yok, yediğimiz yiyeceklerin de. Oturmuş televizyonu seyrederken bugün on beş cinayetin ve altmış üç suçun işlendiği söyleniyor. Sanki çok normalmiş gibi. İşlerin kötü gittiğini biliyoruz. Kötüden de beter. Herkes delirmiş. Her yerde, her şeyde öyle bir delilik var ki, artık dışarı çıkamıyoruz. Evimizde oturuyor ve gittikçe daha küçük dünyalar yaratıyoruz. Ve diyoruz ki: “Lütfen, hiç olmazsa beni oturma odamda rahat bırakın. Televizyonum, tost makinem, başka bir şey istemiyorum. Ve hiçbir şey de söylemeyeceğim. Sadece bizi yalnız bırakın.” Ama ben sizi yalnız bırakmayacağım. Sizin delirmenizi istiyorum. Protesto etmenizi, isyan etmenizi, kongre üyelerine yazmanızı istemiyorum. Çünkü size ne yazmanızı söyleyeceğim bilmiyorum. Çöküşle, enflasyonla, Ruslar ve sokakta işlenen suçlar hakkında ne yapacağımı bilmiyorum! Tek bildiğim ilk önce delirmelisiniz. “Ben bir insanım. Hayatımın değeri var.” demelisiniz! Şimdi, sizden ayağa kalkmanızı istiyorum. Hepiniz sandalyelerinizden kalkın. Şimdi ayağa kalkıp, pencereye doğru yürümenizi istiyorum. Pencereyi açın, kafanızı dışarı çıkarın ve bağırın. “Çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım.” Bir şeylerin değişmesi lazım. Ondan sonra enflasyon hakkında, buhran hakkında, petrol krizi hakkında ne yapacağımıza bakarız.
Bu kışkırtıcı konuşmanın ardından Diana’ya ülkenin çeşitli yerlerinden balkonlardan bağırıldığı haberleri geliyor. Aynı anda Max Schumacher’ın evinin olduğu mahallede de neredeyse tüm evlerin balkonlarından aynı bağırışlar yükseliyor ve bu geceden itibaren kanal için reyting işleri çok iyi gitmeye başlıyor. Hemen ardından Diana, uçakla devrimci örgüt liderlerinden Laureen Hobbs ile görüşmeye gidiyor ve tanışmaları esnasında aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
• Merhaba, Ben Diana Christensen. Emperyalist kurallar çarkının ırkçı dalkavuğu.
• Merhaba, ben de Laureen Hobbs. Kötü komünist zenci.
Burada iki karşıt görüşteki kişinin işin ucunda para ve reyting olduğunda nasıl oportünist davranabildiklerini görüyoruz; kimliklerini, siyasi görüşlerini ve yapmakta oldukları işi de birbirlerinden gizlemiyorlar. Her şey gayet açık. Hobbs ile Diana’nın toplantısı da gayet olumlu geçiyor ve birbirleriyle iş yapma konusunda bir ön sözleşme imzalıyorlar. Ardından artık kanal UBS’in Howard Beale’lı haber programı reyting basamaklarını bir bir tırmanarak dördüncü sıraya yerleşiyor ve ünü de gittikçe artmaya devam ediyor. Bunlar olurken Diana ile Max te tatile çıkıyorlar. Tatil sahnelerinden itibaren Diana’nın ilişki yaşama perspektifiyle ilgili çokça şey öğreniyoruz. Aslında sadece ilişki olarak değil de kendisinin çalıştığı sektör ve işine bağlılığından dolayı nasıl bir insan haline dönüştüğünü görmeye başlıyoruz. İşle ilgili sürekli telefonda konuşuyor, Max’in yüzüne neredeyse bakmıyor, iş dışında onunla hiçbir şey konuşmuyor Diana. En çarpıcı sahne de tatillerinin ilk gecesindeki sözüm ona sevişme sahnesi. Bu sahnede Diana otomatik tüfek gibi sürekli işle ilgili konuşurken, Max te onu öpüyor, sarılıyor, yatağa götürüyor kendi üstünü ve Diana’nın üstünü çıkarıyor ve yatağa giriyorlar. Ancak Diana aynı şekilde iş sohbetine devam ediyor. Burada aslında Diana’nın özellikle 70’lerde gelişmeye başlayıp 80’lerde tavan yapan vahşi global kapitalizmin ürettiği insan tipinin birebir vücut bulmuş hali. İnsani hisler hakkında hiçbir şey bilmiyor, aşık olmuyor, acı çekmiyor, zevk almıyor.
Sonrasında Frank Hackett ve Diana Christensen için çok önemli bir gece gelip çatıyor. Los Angeles’ta bir ödül töreni düzenleniyor ve elbette Diana ile Frank kahraman ilan ediliyor. Sahneye çıkan herkes reytinglerin yüksekliğinden, programın başarısından ve bunların kanallarına getirdiklerinden bahsediyor. Ancak aynı anda canlı yayında olan Howard Beale, CCA’nın Suudi Arabistan’a satıldığını açıklar. Bunun üzerinden bunun ne senatoya, ne de başka hiçbir devlet organına söylenmediğini açıklar. 16 milyar dolarlık bir miktarın Arapların elinde olduğunu, bu parayla Amerika’da gittikçe büyüdüklerini ve devletin buna rahatça izin vermesini itiraf eder. Bu açıklamalarla birlikte Frank Hackett ve Diana için çok zor bir dönemece girilir çünkü bütün bu ifşalar kendi kanallarının programında açıklanmır. Bunun üzerine Mr. Jensen devreye girer ve Beale’i ofisine davet eder. Jensen kanalın en büyük patronudur. Jensen’ın Beale’e karşı verdiği tirad adeta yeni dünya düzeni ve yeni vahşi kapitalizmin kurallarının bir ilanıdır:
“Doğanın başlıca güçleriyle oyun oynadınız Bay Beale. Ben bunu kabullenemem. Yeterince açık mı? Bir iş anlaşmasını durdurduğunuzu sanıyorsunuz. Ama durum böyle değil. Araplar bu ülkeden milyarlarca dolar aldılar ve onu geri vermeleri gerekiyor. Bu bir med cezir, bir ekolojik denge. Sen, her şeyi ülkeler ve insanları olarak gören eski kafalı birisin. Ülkeler yok! İnsanlar yok! Ruslar yok! Araplar yok! Üçüncü Dünya da yok! Batı yok! Tüm sistemlerin üstünde bir kutsal sistem var. Çok büyük ve dokunulmaz, özenle işlenmiş, etkileşimli, çok uluslu dolar egemenliğinde. Petrol dolarları, elektro dolarlar, bir sürü dolar! Marklar, rubleler, sterlinler ve şekeller! Bu gezegende hayatın bütünlüğünü sağlayan, uluslararası para sistemidir. Bugün herşeyin doğal düzeni budur. Bu, atomik ve atom altı ve galaktik bir yapıdır. Ve sen doğanın birincil güçleriyle oynadın! Ve taş olacaksınız! Anlıyor musunuz, Bay Beale? Yirmi bir inç küçük ekranınızın önünde ayağa kalkıp, Amerika ve demokrasi hakkında feryat ettiniz. Amerika yok! Demokrasi yok! Sadece IBM, ITT, AT&T, Dupont, Dow ve Exxon var. Bugün dünyadaki ülkeler bunlar. Ruslar, meclislerinde ne konuşuyorlar sanıyorsun? Karl Marx mı? Onlar da tıpkı bizler gibi program tablolarını çıkarıyor, istatistiksel teoriler geliştiriyor, çözümler geliştiriyor, ticari işlerinin ve yatırımlarının fiyat – maliyet olabilirlikleri üzerinde çalışıyorlar. Artık ülkelerin ve ideolojilerin olduğu bir dünya yok. Dünya iş dünyasının kanunlarından bir kolaj ile tanımlanan bir şirketler okulu. Buradaki anahtar sözcük iş, Bay Beale. İnsanların sürünerek çamurdan çıktığı günden beri bu böyle… Ve bizim çocuklarımız Bay Beale mükemmel dünyayı görecek kadar yaşayacaklar. Orada savaş ya da kıtlık, bunalım ve vahşet olmayacak! Tek ve büyük bir evrensel şirkette herkes ortak kara hizmet etmek için çalışacak. Orada herkesin hissesi olacak, ihtiyaçlar karşılanmış olacak, bütün endişeler sakinleşmiş, sıkıntının yerinin neşe almış olacak. Ve bu müjdenin vaizi olarak sizi seçtim, Bay Beale.”
https://youtu.be/8jIw22XXSso
Bu sahneden sonra Beale yeniden şova çıkar ve bireyin artık öldüğünü, kokusunun alındığını söyler. Bağımsız birey artık yoktur, kokusu alınmış, hisleri alınmıştır. “İnsan öldürülmüştür” artık onun deyimiyle. Ve tekrardan Diane ile Max’e döneriz. İlişkileri 6 aydır sürmektedir. Diana’nın evinde yaşamaktadırlar ancak artık ayrılmak üzeredirler. Tabi sadece Max için böyle bir şey vardır aslında. Diana tatil sahnesinin analizini yaptığım satırlarda da anlattığım gibi tam anlamıyla yeni dünya düzeninin ve sürekli tüketmeyi emreden vahşi kapitalizmin yarattığı insan modelidir. Max eve geldiğinde Diana telefonda bağırarak tartışmaktadır ve artık Max direk bavulunu toplamaya başlar. Diana’nın konuşması biter ve Max’le yüzleşir. Max de kendisine şunları söyler:
“Sen televizyonun canlı simgesisin Diana. Acıya kayıtsız, eğlenceye duyarsız. Bütün hayat tek bir noktaya indirgenmiş. Savaş, cinayet, ölüm, hepsi senin için şişelerce biradan farklı değil. Ve günlük iş yaşamı çürümüş bir komedi. Zamanı ve mekanı bile küçük kareler halinde başa alıp yeniden yaşıyorsun. Bu delilik Diana. Öldürücü delilik. Dokunduğun her şey seninle birlikte ölüyor. Laureen gibi, Howard Beale gibi. Ama ben hariç. Zevki, acıyı ve aşkı hissettiğim sürece ölmeyeceğim. İşte mutlu son. Aldatan koca kendine gelir ve karısına yani uzun yıllardır yıkılmaz sevgiyle bağlı olduğu kadına döner. Kalpsiz genç kadın ıssızda yapayalnız kalır. Müzik devam eder. Son reklam. Ve şimdi gelecek haftanın programından birkaç görüntü.”
Buradan da anladığımız üzere Max, Hollywood’un ve Amerikan televizyon dizilerinin aile melodramlarının, yıllardır çizdikleri mutlu sonlu aile film ve dizilerinin kocaman bir yalan olduğunu biz seyircilerin yüzüne vurur. Ve şimdi gelecek haftanın programından birkaç görüntü ile de televizyonun bu uyuşturma işlevinin hep devam edeceğinin sırrını da verir aslında. Burada artık Diana ve Max ayrılırlar. Diana yeniden tek iyi yaptığı şey olan işine yoğunlaşır ve Frank Hackett ile birlikte artık Howard Beale’in öldürülmesi gerektiğini konuşmaya başlarlar çünkü artık Beale’in ekrana çıktığı her program kendi kanallarının ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ifşa saatlerine dönüşmüştür. Olayla kendilerinin hiç ilgisi olmayacağını kesinleştirip Laureen’in devrimci örgütünden birkaç militan ayarlanır ve Beale çıktığı ilk programda canlı yayın esnasında milyonların gözü önünde öldürülür. Sonrasında ekranda Beale’in ölüm haberini veren haber bültenleri dönmeye başlar ve film şu cümleyle son bulur;
“ Bu düşük reytingleri yüzünden öldürülen ilk insan olan Howard Beale’in hikayesidir.”
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.