Türk sinemasında son yıllarda oluşan “Mahsun effect”ten ciddi bir şekilde bahsedebiliriz. Eskilerin türkücüsü şimdilerde; yazıp, yönetip, başrolünü oynadığı filmleriyle sinemamıza hızlı bir giriş yaptı. Asıl etki diye bahsettiğimiz konuysa çektiği filmleriyle kendine has bir izleyici kitlesi yaratmasıydı. Genel olarak tv izleyicisi olan ve demografisi ekseriyetle orta yaş üstünden oluşan bu kitlenin o veya bu şekilde sinemaya kazandırılmış olması da Mahsun Kırmızıgül’ün başarısıydı.
Kırmızıgül’ün son filmi New York’ta Beş Minare de oldukça konuşuldu, tartışıldı. Konusu: İstanbul, New York ve Bitlis’te geçen film için sıkça dile getirilen “uluslararası kalitede bir film” yorumuysa oldukça dikkat çekiciydi. Her şeyden önce Danny Glover’ı içeren cast gerçekten de merak uyandırıcıydı.
Tüm bu düşünceler ve yorumlar altında Kırmızıgül’ün 3. uzun metrajlı filmini seyrettim. Daha önceki filmlerini seyretmemiştim o yüzden aklımda sinemasına dair pek bir şey yoktu. Kopuk ve bağlanacak gibi durmayan bir öykü(?) karşıladı öncelikle beni. O öykü en sonunda bir yerinden bağlanıyordu ya, sanki her şey o bağlabilsin diye hiçbir zeka mesaisi harcamadan yapılmış gibiydi. Kimi yerde sıkıcı, kimi yerde çocuk didaktizimindeki diyaloglar ise komik derecesinde kitch’ti. Oyuncu seçimiden, diyaloglarına kadar bir başarısızlık örneği olan polis memuru Acar ( Mustafa Sandal), Fırat karakteriyle beraber filmde en çok sırıtanlardı. Senaryoda, o kadar çok gereksiz ve anlamsız parça vardı ki, insan bir noktadan sonra sorgulamıyor ve kendini filmin olanca bayağılığına bırakıveriyor. Filmin başındaki ayin gösterisi, ülkü ocağı ritüeli vs… tüm bunlar Fırat karakterinin bu işin ne kadar süredir içinde olduğunu göstermek için eklenmiş şüphesiz. Ama söylemek gerekir ki film bütünlüğünden kopukluğuyla da gereksiz ötesi olmuş. Sahi Ülkü Ocakları 2 gün içerisinde yardım için para topladı mı, yoksa yalan mı oldu o da? Film içerisinde hiçbir karakter derinlemesine anlatılmıyor veya işlenmiyor. Adeta karton karakterler gibi salınıveriyorlar ortada. Buna en çok işlenmeye çalışılan “Hacı” karakteri de dahil. Belki de Fethullah Gülen benzetmesinden dolayı fazla deşilmiyor bu karakter. Ne yapar, ne eder, derken bizim elimizde sadece sınır tanımayan hoşgörüsü kalıyor karakterin.
O kadar tantanadan sonra daha sinema gibi sinema bekliyor oysa insan. Mesela Polis müdürünün Hacı’dan özür dilediği nezaharethane sahnesi kadar özensiz şeyler çekilecekse harcanan milyon dolarlara yazık değil mi? Ama asıl yazık olan kesinlikle Danny Glover’dı. Zaman zaman bağımsız yapımlarda boy gösteren usta aktör, şüphesiz ki bu filmi de böyle bir şey zannedip dahil olmuş projeye, içine düştüğü dolar zengini amatörlüğü nereden bilebilirdi ki? Yine de oyunculuk olarak görevini yerine getiren iki isim Haluk Bilginer ve Glover olmuş film genelinde. Kısa ve gereksiz rolüne renk katan Ali Sürmeli’yi de unutmamak gerekir diye düşünüyorum.
Özensiz oyunculuğu, derinliksiz karakterleri, kopuk ve başarısız senaryosu, çocukçaya kaçan diyaloglarıyla son zamanlarda izlediğim en kötü film olma özelliğini uzun süre koruyacağını düşündüğüm New York’ta Beş Minare; bir parça işi kurtarabilceği sanat yönetimi ve müzik kullanımı konularında da vasatı aşamıyor ne yazık ki. Oysa ki elde İstanbul-New York-Bitlis üçgeni gibi ultra-kozmik bir kültürel harman varken, ne bunun hakkını verebilcek görüntüler yakalanabiliyor ne de bu kültürel harmanı yüzümüze tokat gibi çarpacak güzellikte müzikler kullanılıyor. Biz de gönül rahatlığıyla bu filmi zamanın ötesine iteliyeveriyoruz…
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.