News of the World:
Kariyerine diziler ve TV filmleriyle başlayan Paul Greengrass herkesin dikkatini tüyleri diken diken eden filmi Bloody Sunday‘le çekmişti. İrlanda’nın İngiliz hükümetine dönük protestolarının şiddetle bastırılmasını konu alan, kariyerinin en iyisi olan bu filmle ünlenen, bu film sayesinde Bourne serisini devralan Greengrass sevilen iki Bourne filminin arasına bekleneni veremeyen United 93‘yi ekledikten sonra yola Green Zone ve Captain Phillips‘le devam etmiş, sonra dayanamayıp Bourne serisine dönüvermişti. Bekleneni veremeyen bu üç filmin ardından ise Norveç’teki kanlı saldırıları konu alan 22 July‘ı çeken Greengrass bu filmle de umduğunu bulamayınca News of the World gibi aşırı demode bir film yapmaya karar vermiş gibi görünüyor.
News of the World‘ün hedef kitlesi gençler ve yetişkinlerden ziyade Tom Hanks‘ten de yaşlı olan kitle / Akademi üyeleri. Bloody Sunday‘in ardından kariyerini aksiyon gerilimlerine adayan Greengrass ilk kez bir westerne imzasını atıyor ama keşke atmasaymış. Hanks’e ikinci kez ‘captain’ rolünü paslayan Greengrass bu filminde True Grit‘in izinden gidip onlarca kez işlenmiş bir konuyu alabildiğine demode bir şekilde, klişelerden uzaklaşamadan, son derece bilindik diyaloglar, karikatür düzeyinde kalan ırkçı tiplerle işliyor. Eyaletten eyalete gezip burada ülkedeki son gelişmeleri yerel halkla paylaşan Yüzbaşı Kidd’in kimsesiz yerli bir çocuğu korumasını konu alıyor bu demode film. Sonrası True Grit‘te, Logan‘da, The Road‘ta ve benzeri pek çok filmde izlediğimiz olaylar bir bir gerçekleşiyor: Kidd’in işi sebebiyle çocuktan kurtulmaya çalışması, çocuğun haklı hırçınlığı, yerlilerden nefret eden tek tip ırkçılar, Kidd’in çocukla iletişim kurma çabaları, ardından ikisi arasında oluşan baba (dede)-kız (torun) bağı, deux ex machina denen mereti bozacak klişelikteki kurtulma hamleleri ve daha nicesi…
Filmin tek sorunu daha önce pek çok filmde gördüğümüz karakter ve olaylara yer vermesi değil, merkezine koyduğu yerli çocuk üzerinden Kızılderililere/yerlilere dönük hiçbir şey söylememesi, hiçbir Kızılderili’ye/yerliye yer vermemesi, üstüne klişelikten ölen baba-kız bağını asimilasyona giden olaylarla işlemesi, ekonomik/sosyal olayları alabildiğine yüzeysel işlemesi. Öte yandan yerli oyuncular dururken Alman bir oyuncuya (Helena Zengel) rolü paslamak da tartışılabilir performanstan bağımsız olarak. Greengrass, True Grit‘in kopyası sahnelerle filmini doldururken ne yazık ki True Grit‘teki atmosferi filmine taşıyamıyor, duygusal olmaya çalışıp başaramayan, temposuz bir filme imzasını atıyor.
The Midnight Sky:
Nasıl ki Greengrass bir süredir vasat filmlere imzasını atıyorsa George Clooney de bekleneni veremiyor. Fena olmayan filmi The Ides of March‘ın ardından 2. Dünya Savaşı zamanında geçen soygun komedisi The Monuments Men ve 2. Dünya Savaşı sonrası Amerikan banliyösünde geçen cinayet kara komedisi Suburbicon‘la şansını deneyip bu filmleriyle kötü eleştiriler alınca gene 2. Dünya Savaşı zamanında geçen taşlama dizisi Catch-22‘yu hazırlayan Clooney pek yankı uyandıramayan bu dizisinden sonra bilimkurgu türüne geçip The Midnight Sky‘ı hazırladı. The Midnight Sky, News of the World benzeri bir karakteri merkeze koyup gene News… gibi baba-kız bağına odaklanmaya, baba-kızın A noktasından B/C noktalarına ilerlerkenki yaşadıkları maceraları anlatmaya çalışıyor.
Aslında iki filmin ortak noktası çok. Tehlikeli bir dönemde (iç savaş vs kıyamet sonrası distopik bir zaman) yaşayan, acılarla (ortak bir acı: eşini yitirmek) yontulmuş beyaz sakallı iki yaşlı adamın (Hanks vs Clooney) yolunun son derece masum, iletişime girmeyen, kimsesiz iki kızla (Zengel vs Caoillinn Springall) kesişip bu iki kızın koruyuculuğunu üstlenip birlikte maceradan macera (ortak macera: doğa şartları -kum fırtınası vs kar fırtınası-) beğenmeleri (!). Diğer ortak sorun ise kurguda… News of the World kötü aksiyon sahnelerinde (çatışma sahneleri, kahramanımızın -sıkıcı Hanks- kötülerle mücadele ettiği sahneler, kum fırtınası) dahi tansiyon yükselemiyor. The Midnight Sky‘da ise Clooney, Greengrass’ten daha yetkin bir yönetmenliğe imzasını atıp teknik açıdan aksiyon sahnelerinin altından kalkıyor ama Greengrass gibi Clooney de karakterlerini (uzaydaki tayfa) umursatamadığından bu teknik maharetler izleyici nezdinde pek işe yaramıyor. Açıkçası TMS‘ın yeryüzü sahneleri onca mantıksızlığa/kötü klişelere (buzun kırılmasıyla suya düşen kahramanımızın fırtınaya ve yarasına rağmen ölmek bilmemesi, donmaması, fırtınada yönünü hiçbir şekilde kaybetmemesi, milyonlarca insan arasından uzaydaki kişinin kızı çıkması) rağmen uzaydaki sahnelerden daha heyecanlı kılınmış. Burada asıl sorun, yalnız ve ıssız kahramanın (Clooney) uzaydaki tayfadan daha ilgi çekici olması. Bu yüzden uzay sahneleri iyi çekilmiş aksiyon sahnelerine rağmen bekleneni veremiyor.
Greengrass, Oscar hayaliyle hazırladığı News of the World‘te True Grit, The Road, Logan ve daha nicesinin izinden giderken Clooney ise Interstellar, Gravity, The Thing gibi filmlerin izinden gidiyor. TMS‘da bu filmlerin hepsinden öğeler bulmak mümkün –Gravity ve Interstellar‘ın etkisi epey belli oluyor-. Clooney senaryoya daha fazla özen gösterip izleyicinin umursayacağı karakterler yazabilse, kurguyu da daha tempolu hale getirebilseydi film daha iyi olabilirdi. Şu haliyle News gibi bekleneni veremiyor, öyküsünü de, karakterlerini de, dönemini de umursatamıyor.
Promising Young Woman:
Yılın heyecanla, merakla beklenen filmlerindendi PYW. Genç bir kadının bir trajedinin ardından sosyal hayattan da, okulundan da kopup bir anti-kahramana, daha doğru bir tabirle bir ‘vigilante’ye dönüşmesini konu alan bu film Amerikalı eleştirmenlerce pek beğenildi. Övgü dolu eleştirilerden sonra beklentiler iyice yükselirken izlendiğinde bulduğu her fırsatta kendi ayağına sıkan bir film olduğu görülebiliyor. ‘Vigilante’miz Cassie’nin sarhoş numarası yaparak tacizci erkeklere hadlerini bildirmesiyle açılan film bir süre sonra tekrara düşmekten kurtulamıyor, fakat bu, sorunların en önemsizi. Öte yandan öyküye dahil ettiği Ryan üzerinden Cassie’yi romantik bir aşka, sonrasında da komediye kaydırarak filmin ciddi duran tonunu bozuyor. Cassie-Ryan ilişkisi filmin sorunlu yönlerinden oluveriyor. Cassie’yle Ryan’ın eczanede Britney Spears‘in Toxic şarkısını söyledikleri anlar filme uymadığı gibi bir romantik komediden çıkarılmış gibi duruyor. Fennell mizahla, esprilerle, müzikal sekanslarla tonu bozuyor, ama ciddi olmaya çalıştığında izleyiciyi iyice uzaklaştırmış oluyor.
Ton konusundaki kafa karışıklığı öyküye zarar veriyor. Film erkeklerin kadınlara yönelik şiddeti üzerine komik bir taşlama mı, yoksa son derece ciddi bir film mi? Fennell’ın ve yapım şirketi Focus’un filmi Altın Küre’nin komedi/müzikal dalı için müracaat etmeleri de filmi komik bir film olarak gördüklerinin bir kanıtı olabilir. Neyse ki HFPA filmin dalının drama olacağını açıkladı, ki son derece doğru bir karardı. Öte yandan filmdeki “bütün erkekler hepiniz aynısınız, tacizcisiniz, tacizci değilseniz bile tacize tepki göstermeyen kötü kişilersiniz” alt metni de sorunlarından bir tanesi. Filmin iyi görünen tek karakteri olan Ryan’ı bir twist uğruna tecavüzü kahkahalarla izleyen iğrenç birisine dönüştürmeleri on dakikayı almıyor. On dakika önce Cassie’yle rom-komlardan fırlamışçasına şarkı söyleyen uzun boylu Ryan birden kötüye dönüşüyor. Filmin diğer erkek karakterleri ise hep suiistimalci. Fakat bu da çok büyük bir sorun değil. Asıl sorun Cassie’nin intikam için yaptığı şeylerde yatıyor. Filme feminist denemeyecek olmasının ilk sebebi Cassie’nin kadın arkadaşı Madison’dan intikam olarak onu sarhoş edip bir erkekle baş başa bırakması, diğer sebebi bir çocuk üzerinden intikam alma çabasına girişmesi… Şüphesiz Cassie bir kahraman değil, kendisine sosyopat denebilir, gene de filmin yaralı kadın karakteri üzerinden kadınlara reva gördüğü şeylerin (sarhoş edilip odada bırakılma, çocuk üzerinden intikam girişimi) savunulacak tarafları yok kanımca. Bu yüzden bu filme her şey denilebilir, feminist denemez. Öyle bir istek de (feminist bir anlatı) var mıydı bilemiyorum. Ama beklenti, “Çocuğunu erkeklerle dolu bir odada bıraktım, Nina gibi,” gibi replikler değildi.
Filmin dibi gördüğü yerse Cassie’nin Monroe’dan Nina’nın intikamını almaya çalışırken boğularak ölmesi, ardından bedeninin yakılması, ardından izleyicinin aklıyla dalga geçercesine Cassie’den gelen ileri tarihli mesajlarla katilin yakalanması, öykünün mutlu sona doğru yelken açması… Daha doğrusu iyice zıvanadan çıkan, öykünün odağını yitiren Fennell bu yazdığının mutlu son olduğunu düşünüyor. Vigilante de olsa avcı karakterini bir diğer avcıya av haline getirip karakterine hem ölüm, hem de yakılma sonunu reva gören PYW yılın en büyük hayal kırıklıklarından olup çıkıyor. Filmden geriye Carey Mulligan’ın dört dörtlük performansı kalıyor.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.