Bu yazı bir sinema filmi eleştirisi yazmak amacıyla kaleme alınmadı. 8 Mart Kadınlar Gününde tek başına verimli bir gün geçirmek isteyen bir kadının, sonrasında yazmak istedikleridir sadece. O tarihte özgür olduğumu hissettirecek bir başka filme gitmek isterdim, ancak vizyonda başka film yoktu. Kapatılan Alkazar Sineması’nın gösterimdeki son filmi Aşk Dersi’ni (An Education) görmüş ve Yeşilçam Sinemasının gösterimden uzun zaman önce kalkan bir başka film olan Başka Dilde Aşk’ı göstermesini fırsat bilerek onu da izlemiştim. Onlarda da kadın kimliğini sorgulamış ve kendimi arayış içinde bularak, beklentilere girmiştim.
Nine filmini merak etmemin asıl nedeni, öncelikle Fellini’nin Sekiz Buçuk’una nasıl bir saygı duruşu sergilediğini görebilmekti. İkinci olarak da önemli kadın oyuncuların filmde yer almasıydı. Fellini’nin ilham perisi Sophia Loren, bu filmdeki yönetmen karakteri Guido Contini’nin de ilham perisi annesi olabilecek miydi? Ayrıca Daniel Day Lewis’i de uzun zamandır beyazperdede izlememiştik. Onu hep My Left Food ve In the Name of the Father filmlerindeki ağır erkeksi performansıyla hatırlarım. Bu filmde, yine rolünün hakkını vererek, üretmek isteyen ama iç bunalımından kurtulamayan yönetmen karakterini iyi kotardığını düşünüyorum.
Filmde genel olarak, yönetmen Rob Marshall’ın daha önceki filmi Chicago gibi müzikal havası olsa da; bence bu film daha çok içsel bir film. Fellini gibi usta bir yönetmenin dünyasından esinlendiği için, aynı zamanda 1950lerde geçen bir dönem filmi de denilebilir. Bir sinema yönetmeninin, İtalya’nın en önemli film stüdyosu Cinecitta’ya karşı olan sorumluluğu ve sinema dünyasının ondan beklentileri altında ezilmesi, ana unsuru oluşturuyor. Ama paralelinde ise çevresindeki önemli kadınların onu nasıl sarıp sarmaladığı ile ilgili aynı zamanda. Bir yanda çocukluğundaki masumiyete dönmek istediği anlarda karşısında görmek istediği, onu her zaman şefkatle kurtarmasını beklediği annesi… Bir yanda her zaman yanında ona destek olmasını beklediği ve hatalarını affetmesini beklediği fedakar eşi… Diğer yanda metresi ve tutku nesnesi olan kadını… Ona zor anlarında yetişen belki de tek gerçek arkadaşı kostümcüsü, filmlerinin ilham perisi başrol oyuncusu, moda dergisi editörü bir amerikalı ve çocukluğunun kadın kahramanı… Bu yedi kadın, bir yönetmenin yaşamını tamamlar mı?
Kadın oyuncuların hakkını gerçekten vermek gerek diye düşünüyorum. Hepsi de karakterlerine gerçekten bürünmüşler. Özellikle filmin sonuna dek beklerseniz; kamera arkası görüntülerde makyajsız ve günlük kıyafetlerle nasıl rollerine ısındıklarını ve samimi olduklarını görebilirsiniz… Penelope Cruz ve Marion Cotillard başta olmak üzere, Judi Dench ve Nicole Kidman da usta oyunculuklarıyla bir erkeğin etrafındaki kadınları çeşitlilikle yansıtmayı başarmışlar. Peki istenilen bu muydu?
Filmde sinematografik öğeler (oyunculuk, dekor, müzik, kareografi, ses, ışık vs.) haricinde rahatsız olduğum ve eksik bulduğum tek nokta bu oldu: Bir erkeği tamamlayan kadınlar. Bu noktada bir tuzak var. Kadınlar erkeği tamamladıkları için mi, bu filmde önemli birer role sahipler? Yoksa erkekler aciz olduğu için gerçekten kadınları güçlü göstermek için mi? Her iki ihtimalde de senaryonun bunu yansıtma biçimi eksik. Çünkü kadınları birer yan unsur olarak göstermişler. Kadın erkek ayrımı yapmadan cinsiyetsiz bir yaklaşım yaparsak (ki bu biraz zor), insan olarak içimizde çeşitli kişilikler olduğunu kabul ediyorum. Ama bir yönetmenin film üretme sancıları çekerken yaşadığı sıkıntılar, kendi iç dünyasındaki kişilikleri nedeniyle mi çatışır; yoksa etrafını saran kadınlar mıdır bu çekişmeye neden olan? Sonuçta yönetmenin, film üretememesi, anlayışla karşılanacak bir durum. Peki… Zor anlarında yardıma çağırdığı annesi, hep yanında olmasını istediği eşi, kendini yüceltmesini beklediği moda editörü, ona cazibesini sunun metresi ve hep kol-kanat geren kostümcüsü… Erkeklerin beklediği bu mudur?
Filmin sonunda bir aydınlanma bekliyorsunuz, değil mi? Evet, yönetmen üretmeye soyunuyor ve filmini kendi hikayesinden yola çıkarak çekmeye karar veriyor. Eşinden özür dilemek isteyen bir adamın hikayesini çekmeye karar verdiğinde, her şeye baştan başlamak isteyen kendisini anlatıyor aslında. Ve o anda hayatındaki tüm kadınlar, onun yanında yer alıyor, çünkü kendi avuçlarında büyüttükleri bir adamdır o.
Kadınlar, bu rol-modellere ve üstlerine yapıştırılan bu kimliklere, erkeklerin istekleri uğruna bürünüyorsa, kötü bir son çıkarabiliriz filmin senaryosundan. Ancak, erkeğin çaresizliği karşısında teslim bayrağı çekmesiyse söz konusu olan, bir daha düşünebiliriz. Ben filmden çıktığımda, gerçekten de kadının üstüne etiketlenen ne kadar çok rol var diye düşündüm ve rahatsız oldum bu kimliklerin baskısı altında kalmaktan… Filmdeki yedi kadın, bir de ben toplam sekiz kadının kimliklerini yaşadım o an için gözümün önünde. Film, bana 8 Mart gününün anlam ve önemine yakışan özgür kimliğimi sunmadı ama ben onu aramak için sokaklara geri döndüm ve kendimi, bana yakın olan ve olmayan tüm kimliklerin özgürleşmesinde bulabilmek adına “görünmeyen emek sesini yükselt” derken buldum.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.