Ölümsüzler: Görüntü Var Ses Yok

2006’da çektiği The Fall ile gönülleri fetheden Hint asıllı yönetmen Tarsem Singh’in, teknolojinin becerileriyle birlikte doğal yeteneğini de kullanarak beyazperdenin gelmiş geçmiş en şahane destanlardan birine imza atacağına öylesine emindim ki… Meğer yanılmışım.

Tanrılara sırt çevirmiş Heraklion kralı Hyperion (Mickey Rourke), Tartarus Dağı’nda hükümlü Titanları serbest bırakmayı kafasına koyar. Öfkesiyle önüne gelen Helen köylerini yerle bir eden Hyperion’un amacına ulaşabilmesi için Epirus Yayı’nı ele geçirmesi gereklidir. Kerameti boyundan büyük Epirus Yayı’nın yerini bilen tek kişi olan Kahin Phaedra’yı (Freida Pinto) korumak ise, dışlanmış bir köylü olan Theseus’un (Henry Cavill) görevi olacaktır. Böyle okuyunca cazip bir hikaye. Gelgelelim bu hikaye, bir sinema filmi olarak ne kadar iyi anlatılıyor?

Görüntü cambazı Tarsem Singh’in beş yıl aradan sonra çektiği Ölümsüzler’in, gişe hasılatı için formüle edildiği belli. Elbette her film belli bir getiri beklentisiyle yapılır. Bu yıllardır böyle ve biz buna fazlasıyla alıştık zaten. En azından gitmeme, görmeme gibi bir şansımız var. Ancak bazen yapımcılar “bol kas, bol kan ve biraz da seks” formülünü yanlış anlıyor sanki. Bu şekilde ısmarlama bir film çekiyor olsanız bile bu, hikayesi, sağlam bir çatısı olan bir sinema filmi olmalı; bir müzik klibi değil. Seyirci (göz) izledikçe (gördükçe) gelişiyor ve sürekli kendini yeniliyor. Bu yüzden seyircinin aklını, artık yalnızca bu tür formüllerle çelmek pek mümkün değil.

Doğrusu suçlu, ilk paragrafta değindiğim gibi görüntüler değil. Hikayeden/ senaryodan kaynaklı genel bir hissiyat sorunu var. Filmin içine bir türlü giremiyor (3D olduğunu hatırlatalım), karakterleri bir türlü benimseyemiyoruz. Örneğin ana karakterlerden biri olan kahin Phaedra, filmin ilk yarısında merkezdeyken, bir dönüm noktasından sonra aniden ortalardan kayboluveriyor. Benzer şekilde Theseus da, Tanrıların olaya dahlinden sonra feci şekilde gözden düşüyor. Olan karizmayı da çizdiriyor yani.

Bazı sahneler gerçekten de çok iyi; fakat yine de “ben bunu daha önce görmüştüm” hissi uyandırıyor. Özellikle 300 filminin yapımcıları tarafından finanse edildiğinin ön plana çıkarılmasının da etkisiyle, akıllar ister istemez o filme doğru kayıyor. İki filmin benzerlikleri, yalnız Yunan mitolojisinden faydalanmaları gibi genel bir çerçeveyle sınırlı değil. Mikro düzeyde de fazlaca benzerlikler var. Örneğin, 300 (I)Spartalı’nın karizmatik lideri Kral Leonidas’ın dövüş sahnesi, Theseus için yeniden çekilmiş gibi. Slow-motion çekimler, dövüş kareografisi, hatta ve hatta dar bir geçitte savaşıyor olmaları bile tıpkısının aynısı. Ölümsüzler’deki tek önemli fark 3. bir boyut.

300 filmi ile benzerlikler olduğu kadar, farklılar da var tabi. 300, hareketli bir çizgi-roman estetiğini amaçlarken (ve bunu yansıtmakta nispeten başarılıyken), Ölümsüzler’in atmosferinde bir tutarsızlık, kafa karışıklığı rahatça seziliyor. İç mekan çekimlerinde (kostümlerin önemli katkısıyla) iyi bir görsellik yakalanırken, Grek köyleri, Tanrılar Dağı gibi mekanları ifşa eden geniş açılar (ve hareketli kamera), iç mekan estetiğinin gerisinde kalıyor. Dış mekanların teknoloji eseri olduğu fazlaca belli olduğundan, haliyle inandırıcı olmaktan uzak.

Hikayeye gelirsek Yunan Mitolojisi’ni bilmediğimi baştan söyleyeyim. Ancak şu Internet çağında merak edip biraz okudum. Efsaneye göre Hyperion aslında 12 Titan’dan biri. Yani mitolojiye göre Tartarus’taki hücrenin içinde o da olmalıydı. Mitolojideki Theseus’un ise, babasız (veya babasını bilmeyen) bir şehir kahramanı olması ve Minotor denen öküz başlı canavarla (o da çok farklı bir minvalde) dövüşmesi haricinde filmdekiyle pek bir alakası yok. Phaedra ise kahin değil bir kere. Elbette Ölümsüzler’in mitolojiye uymak gibi bir derdi yok. O yüzden bu noktadan eleştirmek anlamsız olur. Yine de film, mitolojik karakterlerden faydalanarak mitolojik olmayan bir hikaye anlatmasıyla garip bir poziyona düşüyor.

Kahraman Theseus karakterinden tutun da Zeus’a kadar neredeyse tüm karakterler sorunlu. Kamera önünde kaslı (veya cazibeli) duruşlarına diyecek yok; ancak hikayeleri eksik; bir boyama kitabından kesip koparılmış gibiler. Bu köksüzlük hali seyirciyi yabancılaştırıyor. Eksik hikayelere, genel olarak oyuncuların vasat performansları da eklenince, karakter olarak bir türlü sivrilemiyorlar. Onca şatafata rağmen (Tanrıların ve kahinlerin elbiseleri mesela), karizmaları eksik. Yalnızca, Kral Hyperion’u oynayan Mickey Rourke bu genellemenin dışında tutulabilir. Kötülük yakışıyor Rourke’a. Kendine ettiği onca kötülükten sonra, Güreşçi ile başlayan kariyenin ikinci baharı hayırlı olsun.

Yaz aylarından beri pompalanan Immortals fragmanları, beklentileri borsa misali yükselttikçe yükseltti. Bir pazarlama stratejisi olarak ne kadar doğru olduğu tartışılır. Filme bu beklentiler olmadan gidilse, belli ki daha fazla tadı çıkarılabilir. Salondaki genel hava da düşündüklerimi teyit ediyor gibiydi. Genel bir hayal kırıklığı rahatça gözlemleniyordu. Yine de Immortals, büyük beklentilerle gidilmediğinde kötü bir film değil; ancak oluşturulan beklentinin altında ezileceği neredeyse kesin gibi.

Yorum Gönderin