On the Beach: Yeryüzündeki Son Aşk


Peter Schmeichel ve Bodo Illgner’e sürekli geri pas geliyor. Onlar da topu ellerine aldıktan, evirip çevirdikten sonra tekrar oyuna sokuyorlar. Futbolcular sanki geri pas vermiş olmak için geri pas veriyorlar. Gerçekten inanılmaz!

Geçenlerde televizyonda denk geldiğim “Danimarka–Almanya” EURO ’92 final maçından bahsediyorum. Hatırlarsınız, Danimarka takımının son anda Yugoslavya yerine davet edilince oyuncuları plajlardan toplayıp katıldığı ve şampiyon olduğu turnuva!

Geri pas kuralı, 1992 Yaz Olimpiyat Oyunları’ndan itibaren uygulanmak üzere kabul edilmişti. Hemen önce oynanan EURO ’92’de kaleciler, rafa kalkmak üzere olan bir geleneğin tadını doyasıya çıkardılar.

Klasikleşmiş maçları izlerken, geri pas sıkıcılığı gibi detaylarla karşılaşabiliyoruz. Klasik filmler ise farklı. Günümüz filmlerinden usanıp zaman zaman eski filmleri ziyaret ettiğimizde bizi rahatlatıyorlar, hayal kırıklığına uğratmıyorlar.

Nevil Shute’un aynı adlı romanından John Paxton’ın uyarladığı ve Stanley Kramer’ın çektiği 1959 yapımı “On the Beach”, bir filmde aradığımız her şeyi bizlere sunan bir film. Çıktığı dönem kurgu ve müzik olmak üzere iki dalda Oscar adayı olmasına rağmen, gişede veya sinema tarihinde hak ettiği değeri görememiş. Fakat günümüzün salgın koşullarında karşılığını buluyor; dünyanın sonu temalı filmlerin nasıl yapılacağına dair taptaze dersler veriyor. Bilim-kurgu gibi başlayıp türler arasında büyüleyici bir slalom yapıyor, son sahnesiyle beraber boğazımıza düğüm olarak oturuveriyor.

Yer Avustralya, sene 1964. Bir nükleer savaş neticesinde Kuzey Yarımküre’de yaşam sona ermiştir. Savaşın sebebini kimse hatırlamamaktadır. Fred Astaire’in müthiş bir performansla canlandırdığı bilim insanı Julian Osborn karakterinin dediği gibi, “Birisi düğmeye basmış”tır. Günümüzde olsa düğmeye basanın hangi çılgın süper gücün başkanı olacağını tahmin etmek güç değil. Turp yiyerek protesto etmek de seçenekler arasında yok!

Amerikan denizaltısı USS Sawfish, bombalar patladığında sualtında olduğu için kurtulmuş ve rotayı Avustralya’ya çevirmiştir. Radyasyon vücuda ağır ağır işleyen bir zehir gibi Güney Yarımküre’yi de kaplarken, henüz hayatın devam ettiği ender şehirlerden Melbourne’de halk tedirgin ama sakindir. İnkar, öfke evrelerini geride bırakmış, “Belki bize bir şey olmaz” diye umutlanmış, umudunu yitirmiş, artık durumu kabullenmişlerdir. Ölümü sükûnet ve ağırbaşlılıkla beklemektedirler. Devlet tarafından her bireye, ‘o an’ geldiğinde ve radyasyon zehirlenmesi başladığında almaları için birer doz intihar hapı dağıtılır.

Şehrin kumsalı, bu bekleyişin ana mekanlarından biridir. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi, o plajda net olarak görülmektedir. Melbourne halkı, her şey normalmiş gibi davranarak, güneşlenip denize girerek dünyadaki son günlerini geçirmektedir.

Denizaltının Amerikalı kaptanı Dwight Lionel Towers (Gregory Peck) de karısını ve çocuklarını kaybetmiş olmanın acısını yaşamaktadır. Avustralyalı deniz subayı Peter Holmes (Anthony Perkins) ve eşi Mary (Donna Anderson) Towers’a yarenlik etmesi için onu arkadaşları Moira Davidson (Ava Gardner) ile tanıştırırlar. Kaptan Towers ile Moira arasında, adeta “Yeryüzündeki Son Aşk” filizlenir. Özellikle Avustralya’nın gayriresmî ulusal marşı Waltzing Matilda, duyulduğu iki sahneyle filme damga vurmaktadır.

On the Beach, 60 yıl geçmişten günümüze selam gönderiyor. ‘Henüz vakit var, kardeşlerim’ diyorsanız dünyanın sonunu bir de benim gözümden izleyin mesajı veriyor.


Leave a Reply