Melik Saraçoğlu: Orada Röportajı

kurtulus-saracoglu3.jpg

25 aralıkta gösterime girecek olan Orada isimli filmin başrollerinde Dolunay Soysert, Sinan Tuzcu ve Erol Günaydın oynuyor. Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş’un yazdıkları ve yönettikleri ilk uzunmetrajları. Konusu ve fragmanıyla sinemamıza farklı bir renk getireceğini düşündüğümüz bu bağımsız yapımın yaratıcılarından Melik Saraçoğlu’yla eposta üzerinden küçük bir soru-cevap olayına girmek suretiyle kendilerini daha yakından tanımaya çalıştık.

Hakkı Kurtuluş’la yollarınız nasıl kesişti?
Yağmurlu bir akşam vakti sırılsıklam olmuş, etrafına bakmadan koşuşturan insan selinin içinde yitip gitmemek için, hızla geçen taksileri durdurmaya çalışıyordum… gibi havalı bir başlangıç yapmak istedim ama neyse. Özetlemek gerekirse: Sinema okumaya lise yıllarımdayken karar vermiştim. Galatasaray Lisesinde okuduğum için, üniversite eğitimimi Fransa’da yapma şansım vardı. Ama böyle bir karar hem o yaştaki bir insanı hem de ailesini uzun uzun düşünmeye sevk ediyor. Bir ortak tanıdığımız aracılığıyla Lyon’a gitmiş ve orada sinema okumakta olan Hakkı’yla tanıştım. Hakkı kafamdaki soru işaretlerinin yok olmasında yardımcı oldu. Böylece ben de Lyon’a sinema ve edebiyat okumaya gittim. Hakkı’yla hem kafalarımız uyuşuyor, hem de sinemasal zevklerimiz baya örtüşüyordu. Öyle böyle derken, süreç kendiliğinden gelişti; kendimizi birlikte senaryo yazarken bulduk.

Güncellendiği zamanlarda severek takip ettiğimiz Sinema Defteri macerasından kısaca bahsedebilir misiniz? Neden bir süreklilik sağlanamadı orada?
Sinema Defteri’ni zamanında Film+ ve Empire’da da çalışmış olan Serkan Mutlu’yla kurduk. Sanırım aradan beş sene geçti. Bu süreç boyunca sitede asla niteliksiz, Sinema Defteri’nin kalitesine uymayacak bir yazı yayınlamadık. Çıtayı biraz fazla yükseğe koymaya çalıştığımız için de, site kimi dönemler dışında çok sık güncellenen bir mecra olamadı. Genellikle belli dönemlerde belli başlı birkaç yazar tarafından sırtlanarak götürüldü. Bu bazen biz olduk, bazen başkaları. Şu an da Sinema Defteri’nde önemli yazılar yayınlayan yazarlarımız var. Tabii gönül istiyor ki daha fazla insan yazsın, site şöyle bir şahlanıp eski günlerine dönsün… Son bir-iki yıldır ben sadece sitenin editörlüğüyle uğraşıyorum. Bir yandan uzunmetraj film çekmek gibi aşırı yoğun bir meşgalem olsa da, gecenin körü dahi olsa yazıları siteye koymak için çaba sarf ediyorum (şu an saat 03:23 mesela). Bazen “bırakayım, yapıyorsa başkası yapsın…” diye düşünsem de vicdanım elvermiyor işte. Hakkı bu koyveremeyişimi “o senin entelektüel namusun” diye yorumlamıştı.

İki Film’in kuruluşu nasıl gerçekleşti?
İki Film, Hakkı Kurtuluş’la ortaklaşa kurduğumuz yapım şirketimiz. Biz de böyle firma kurmak, bürokrasi dehlizlerinde kaybolup gitmek, noterlerde sirküler koleksiyonu yapmak için can atmıyorduk ama kendi başımıza bir film çekmek için kendi kendimizin yapımcısı olmamız gerekiyordu. Kültür Bakanlığının ilk filmini çeken yönetmenlere verdiği parasal yardımı da almaya hak kazanınca, şirketi kurmak zorunda kaldık zaten.

Filmin hayata geçmesinde karşınıza çıkan maddi sıkıntıları nasıl çözümlediniz?
Dediğim gibi, Kültür Bakanlığından önemli bir para yardımı aldık ve filmi de bu sayede çekebildik. Bu para bütçenin büyük bölümünü karşılıyordu. Üstüne de biraz kendi ceplerimizden eklemek zorunda kaldık; ailelerimiz sağolsun, bize yardımcı olabilmek için ellerinden geleni yaptılar.

Orada filmi fikri ilk olarak nasıl doğdu?
Hakkı Fransa’da bense İstanbul’daydım. Farklı şehirlerde farklı uğraşlar veriyor olsak da, ruh hâllerimiz benzeşiyordu. İkimiz de bir tür kısırdöngü içine girdiğimizi ve büyük bir adım atmadıkça bunun böyle devam edebileceğini görüyorduk. Hayattaki birincil hedefimiz film yapmaktı. “O hâlde ne duruyoruz?” diye birbirimize gazı verip öykü üzerine konuşmaya başladık. Bu birkaç ay boyunca skype üzerinden gerçekleşti. Sonra Hakkı da İstanbul’a gelince senaryoda iyice ilerledik ve ilk versiyon ortaya çıktı. Ana öykü Hakkı’nın 2002de yazdığı bir aşk öyküsüydü fakat biz bunu epey değiştirip aile üzerine bir filme dönüştürdük.

Film eleştirileri yazan biri olarak film yapmanın sizde yarattığı ayrıca bir baskı oldu mu?
Hayır olmadı. Film yaparken “İnsanlar ne der? Ne yazar acaba?” diye düşünmek çok anlamsız olurdu zaten. Biz kafamızdaki filmi yapmak istedik. Elbette ortaya çıkan şey başlangıç noktasıyla yüzde yüz örtüşmüyor; bu bir ilk filmdi ve doğal olarak tam anlamıyla yapmak istediğimiz filmi yapamadık. Ama ortaya önemli bir şey çıktığını da düşüyoruz. İnsanlar da tabii ki filmi eleştirecek; herkes iyi ya da kötü düşündüğünü söyleyecek veya yazacak.

Filmin temel derdini ya da anlatısını nasıl özetlersiniz?
Filmin tek bir temel derdi olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki iki diyebiliriz. Bunlardan ilki yabancılık. Hem kendi kültür ve ülkelerine, hem de birbirlerine yabancı olan aile fertlerinin hikâyesini anlatıyoruz. Filmin adı da o yüzden Orada zaten. Her biri birbiri için “orada” olan, hiçbir zaman “buralı” olamamış karakterler. İkinci temel dert ise “konuşmak” diyebiliriz. Sinemamızda –hele ki aile içinde-  sık göremediğimiz bir hesaplaşma var filmde. Aile fertleri yıllarca söyleyemedikleri, içlerinde tuttukları ne varsa hepsini ortaya döküyor ve kuyruklarını birbirlerine batırıp zehirlerini akıtıyorlar.

[vimeo 7547385]

Filmin kadrosunda Dolunay Soysert, Sinan Tuzcu ve Erol Günaydın gibi kalifiye isimleri görüyoruz. Bu isimler üzerinde nasıl karar verdiniz? Senaryoyu götürdüğünüzde nasıl tepkiler almıştınız?
Senaryoyu götürdüğümüz her oyuncu bu filmde oynamak istediğini söyledi bize. Erol Günaydın’ı daha senaryo yazım aşamasında düşünmeye başlamıştık. Hatta bir süre sonra onu düşleyerek karakteri oluşturmaya dönüştü bu durum. Zaten karakterin ismi de Erol. Neslihan rolü için, Bergman filmlerindeki aktirstlerde de gördüğümüz gibi “konuşan” bir yüz gerekiyordu. Gülümsediği zamanlarda bile hüzünlü olmayı başarabilen, sustuğu zamanlarda bile bir şeyler söyleyen bir yüz. Dolunay Soysert’in yüzü bu anlamda bizi cezbediyordu. Dolunay’ın eşi olan ama filmde kardeşi Mazhar’ı oynayan Sinan Tuzcu’yla da Dolunay vesilesiyle tanıştık. Sinan’ın Londra’da bir yandan tiyatro eğitimi alıp bir yandan orada yaşayabilmek için çektiği sıkıntılarla, Mazhar’ın Fransa’da çektiği sıkıntılar örtüşüyordu. Bu benzerlik de hoşumuza gitmedi değil.

Gerek senaryo aşamasında, gerek çekim aşamasında ve gerekse kurgu aşamasında nasıl bir dil tercih ettiniz?
Duru ve dingin bir film yapmaya çalıştık diyebilirim. Ama bunu yaparken de, sinemamız adına çok büyük işler başaran Nuri Bilge Ceylan veya Semih Kaplanoğlu gibi “sessiz” bir filmle değil, aksine karakterlerin olabildiğince konuştuğu bir filmle yapmaya çalıştık.

Orada’yı tarif etmek için hangi filmleri ya da hangi yönetmenlerin isimlerini zikredebilirsiniz?
Elbette ki ilk söylenecek isim Ingmar Bergman. Zaten Orada büyük usta Bergman’a adanmış bir film. Anna’nın Tutkusu, Saraband, Persona gibi birçok filme referanslar içermesinin yanısıra, kimi zaman bizim isteğimizle, kimi zamansa biz farkında bile olmadan filme sinmiş bir Bergman ruhu var. Hatta bizim bile sonradan kurguda farkedip “Aaa, bu Bergman’ın şu filmindeki şu sahneye çok benziyor ya!” dediğimiz anlar oldu. Bunun dışında tabii ki bizi etkileyen birçok yönetmen var ve filmde onların etkilerini de görmek mümkün. İzleyen insanlar böyle farklı farklı isimler sayabiliyor, o yüzden kesin bir isim vermek anlamsız olacak.

İki film Yapım’ın bundan sonrasıyla ilgili projeleri nelerdir?
Haziran ayında İsveç’e gidip bir belgesel çektik. Film Ingmar Bergman üzerine (şaşırmadığınızı tahmin ediyorum). Ama bu Bergman üzerine sıradan bir belgesel değil, daha ziyade Hakkı’yla benim Bergman üzerine bir belgesel yapmaya çalışmamız üzerine bir belgesel. Evimizden kalkıp, bizi çok derinden etkilemiş bu sanatçının Farö’deki evine ve mezarına kadar gidişimizin; bir nevî sinemasal haccımızın filmi. Belgesel dışında da yazmakta olduğumuz kimi fiksiyon senaryolar var. Yavaş yavaş dallanıp budaklanıyorlar.


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın