İskoçya’yı özgürleştiren kral Robert Bruce‘u (Robert the Bruce olarak da biliniyor) konu alan Netflix yapımı Outlaw King‘i geçen yıl duyurulduğundan beri merakla bekliyordum. Zira kameranın arkasında Starred Up ve Hell or High Water gibi iki kaliteli filme imzasını atan yönetmen David Mackenzie yer alıyor, başlıca rolleri Chris Pine, Aaron Taylor-Johnson, Florence Pugh, Stephen Dillane (Game of Thrones‘dan sonra gene zalim kral rolünde), Billy Howle üstleniyorlar. İyi bir ekip tarafından çekilen Outlaw King bu eylülde Toronto Film Festivali’nde görücüye çıktı ama beklenen eleştirileri alamadı. Hatta film epey olumsuz eleştiri alınca Mackenzie çareyi filmi tekrar kurgulayıp 20 dakikasını silmekte bulmuş.
Ne yazık ki bu durum filmde fazlasıyla belli oluyor. Aslında sahnelerin uzun olduğu ama son kurgudan sonra bu sahnelerin kısaltıldığı fazlasıyla belli oluyor. Belli ki Mackenzie filmi yayın tarihine yetiştirmek için son kurguda acele etmiş, zira bazı sahnelerin bağlanış şekli iyi değil, bu durum sürükleyiciliğe biraz ket vuruyor. Toronto’da gösterilen ilk versiyon iyi miydi, yoksa gerçekten de sorunlu muydu bilemiyorum -eleştiriler sorunlu olduğu yönünde-, ama önümüze konan bu son versiyon iyi değil. Aslında Mackenzie filmi çok iyi bir şekilde başlatıyor. Robert Bruce’un (Pine) İngiltere kralı Edward I’den (Dillane) af dilediği, Edward’ın nutuk attığı uzun sekansı tek plan olarak kurgulamış Mackenzie. Sekiz dakika boyunca kameranın çadırı dolaşıp sonra dışarı çıkıp Robert’la filmin kötüsü Prens Edward’ın (Howle) düellosunu gösterip daha sonra çadıra dönmesi… Tek plan olarak oldukça iyi bir sahneydi. Yönetmen daha sonra da zaman zaman yeteneklerini sergiliyor ama filmin senaryosu da, kurgusu da sorunlu olunca film bekleneni tam olarak veremiyor. Tabii beklentiniz görkemli savaş sahneleri, iyi yazılmış karakterlerse…
Filmin en büyük sorunu Robert’la ve İskoçya’yla ilgili pek çok tarihi olayı iki saate sığdırmaya çalışması. Filmini İskoçya’nın yenildiği, lordların Kral Edward önünde diz çöktükleri anda başlatan Mackenzie daha sonra Robert’ın ve İskoçya’nın bu yenilgiden sonraki günlük yaşamlarına, Robert’ın Elizabeth’le (Pugh) evliliğine, Robert’ın babasının (James Cosmo) ölümüne, Elizabeth’in kaçırılmasına, Robert’ın kardeşinin (Lorne MacFadyen) öldürülmesine, William Wallace’ın öldürülmesinin ardından patlak veren isyana, Robert’ın muharebelerine, sonra kaleleri ele geçirerek mücadeleyi lehine çevirmesine, Douglas’ın (Taylor-Johnson) kendi kalesini ve topraklarını alma çabasına ve daha nice olaya değiniliyor. Tabii bu olay ve muharebeler sadece iki saate sığdırılmaya çalışıldığı için pek çoğu kısa kesiliyor. Mackenzie üç saatlik bir film yapmak istemediği için (röportajında belirtmiş bunu) muharebelere yeteri kadar alan açılmıyor. Kaleler iki dakikada ele geçiriliyor, göldeki muharebe beş dakikadan kısa sürede sona eriyor, finaldeki “büyük” (!) savaş ise on dakika bile sürmüyor. Savaş sahneleri oldu bittiye getirilmiş. Bu savaş sahnelerinin mükemmel çekildiğini, görkemli olabildiğini söylemek de güç. Yönetmen, The Playlist’le yaptığı yeni röportajda bu sahnelerde koreografi kullanmak istemediğini, sahneleri gerçekçi kılmak istediğini belirtmiş. Hem koreografi kullanılmadığı için hem de kurgu iyi olmadığı için finaldeki savaş fazla keyif veremiyor. Daha önce hiç büyük film çekmemiş, hep küçük dramaları yönetmiş Mackenzie’nin ilk büyük bütçeli yapımının altından kalkabildiğini söylemek güç. Ne yazık ki filmin mükemmel çekilmiş tek sahnesi açılış sahnesi olmuş.
Filmin süresi kısa, değinmek istediği çok şey olduğu için karakter gelişimine ve karakterlerin birbirleriyle ilişkilerine fazla alan açılamamış. Mesela; Robert’la Elizabeth ilişkisine sadece on dakika yer verilebilmiş, babasıyla ilişkisine de fazla değinilememiş, Robert’ın sağ kolu denilen Douglas öyküde neredeyse kaybolmuş. Elizabeth ve Douglas gibi karakterler anlatılacak çok şey olduğu için fazla tanıtılamamış, Elizabeth klişe “destekleyici eş”in ötesine geçememiş. Bir diğer sorun da anlatılmak istenen onca ciddi olay varken filmin komediye de alan açmaya çalışması. Mesela Douglas’ın bir kızla flört ettikten sonra kızın babasınca kovalandığı, babasını öptüğü sahne göze batıyor. Sorunlar bunlar. Bu sorunlar yüzünden Outlaw King iyi bir dönem/savaş filmi olamamış, aynı dönemde geçip aynı karakterleri işleyen Mel Gibson filmi Braveheart‘ın etkisini yaratamamış. Tabii ki Braveheart kadar iyisine imza atmak kolay değil. Lakin 2017’de görkemli, İskoçya’nın zaferine yakışacak çarpıcılıkta sahnelere imza atamamak, tüm sahneleri oldubittiye getirmek gibi mühim problemleri var Outlaw King‘in. Halbuki teknoloji, Braveheart‘taki dönemden daha fazla gelişmiş durumda, keza efektler de. Netflix’in “filmi yetiştirin” baskısı da yok, üstüne istenen bütçe veriliyor. Bunlara rağmen en azından etkileyici savaş sahnelerine imza atamamak yönetmenin belki de büyük filmlerin yönetmeni olmadığını düşündürtüyor bana.
Outlaw King problemli bir film ama gene de sıkmadan izleniyor. Zaman zaman kurgusu sürükleyiciliğe ket vursa da, türlü sorununa rağmen baştan sona keyifle izleniyor. Bunda Barry Ackroyd’un etkisi büyük. Ackroyd’un görüntü yönetmenliği çok iyi. Oyuncularda ise Pine öne çıkıyor. Aktörü Robert the Bruce rolünde izlemek epey keyifliydi. Bakalım Outlaw King‘le aynı zamanda çekilen Richard Gray filmi Robert the Bruce bu filmden iyi olacak mı. Bu film, Braveheart‘ın devamı olarak tasarlanmış, Braveheart‘ta Robert’ı oynayan Angus MacFadyen yıllar sonra rolünü tekrarlamış.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.