Aseneth Suarez Ruiz ve Patrick Alexander ile tanıştığım günü net bir şekilde hatırlıyorum. 2008 yılının ortalarında İstanbul, Gümüşsuyu’nda ortak arkadaşlarımızın evinde bir araya geldiğim bu yarı Kolombiyalı yarı ABD’li çift, ülkemize dil öğretmeye gelmiş expatlardı. Türkiye’de kaldıkları bir seneyi aşan ama iki seneyi bulmayan süre zarfında henüz tamamlayamadıkları film projesi Parador Hungaro’dan bahsetmişlerdi. Parador Hungaro’nun vatan, vatansızlık, yeni bir vatan bulmak, göçmen ya da göçer olmak kavramlarını derinlemesine irdeleyen bir belgesel olacağını daha film tamamlanmadan öğrenme şansına erişmiştim. Patrick ve Aseneth, İstanbul’dan sonra Budapeşte’ye taşındılar. Ben filmi, yıllar sonra Mubi’ye yayınlanmaya başlayınca izleyebildim. Filmin herhangi bir galasına ya da festival gösterimine gitme fırsatım olmadı. Parador Hungaro’yu izleyince elbette çok sevdim. Eski bir sinema yazarı olarak vakti zamanında bir çok galaya basın gösterimine festivale katılmıştım. Bir dünya sektör insanıyla tanışmıştım. Hatta Joshua Oppenheimer gibi birkaç elit sınıfa sokabileceğimiz yönetmenle röportaj yapmaya bile haiz olmuştum ama ilk defa Patrick Alexander gibi naif bir yönetmenle (bu aralar Kolombiya’nın sinema ve televizyon piyasanın aranan sound recordistlerinden biri) ilk filmini tamamlamadan bir ahbaplık kurarak sinefillik kariyerimde özel bir anıya sahip olmuştum.
Parador Hungaro’yu -2015 ya da 2016’ydı sanırım- izlediğimde filmin tıpkı benim Patrick ve Aseneth ile tanışmama benzeyen bir tesadüfün ürünü olduğunu gördüm. Film, çok iyi derecede Macarca bilen, Amerikan Ordusu’nda görev yapan babası sayesinde Almanya’da doğmuş, bu sayede Avrupa’nın bir çok noktasını daha çocuk yaşlarda seyahat etme fırsatını bulmuş nev-i şahsına münhasır Amerikalı Patrick’in kendi hikayesiydi. Batı Almanya’da geçen yıllarda doğu blokunu merak eden ve 90’lı yıllarında başında bir öğrenci değişim programı ile Macaristan’a giden bir Amerikalı’nın zaten sıradan bir hikayesi olması beklenemez.

Amerika’daki Üniversite eğitimi tamamlayıp tekrar Macaristan’a giden Patrick, 4 sene kaldığı Macaristan’da dilini neredeyse anadil seviyesine çıkarmış ve Macaristan’ı ikinci vatanı olarak bellemiş bir Amerikalı olarak Kolombiya’da çalışırken Bogota şehir merkezinin ortasında Macar usulü sosis yapan bir dükkan keşfeder. Dükkanın sahibi Gyuri bácsi (yani türkçesi Gyuri Amca, İspanyolcası Don Jorge) ile tanışır. Gyuri, eşi ile 1950’li yılların başında 2. Dünya savaşı sonrası badirelerden kaçmak için kendileri Kolombiya’ya atmışlardır. Gyuri amca 50 yıl boyunca bırakın Macaristan’ı ziyaret etmeyi, Bogota’dan bile hiç dışarı çıkmamıştır. Hem Gyuri’ye hem de Gyuri’nin bir sürü çocuk ve torundan oluşan geniş ailesine kendisini sevdiren Patrick artık evin bir bireyi gibidir. Mango’dan yapılma palinkalarını içerken evin yaşlı çifti ile Macar şarkıları söyler. Patrick’in filmi bitirmek için Gyuri ile Macaristan’a seyahat yapmayı planlar. Fakat bir türlü onu ikna edemez ve filmi bitirmek için tek başına Macaristan’a gider.
Parador Hungaro, göçmen olmak, yeni bir vatana entegre olmak, nomadik bir hayat tarzı benimsemek gibi bir çok zorlu konuya olabildiğinde objektif yaklaşan bir belgesel. Özellikle Macaristan’da Gyuri’nin ailesi ile yapılan görüşmelerde genç aile bireylerinden birinin söylemlerinde, Avrupa’da genelinde yükselmekte olan milliyetçilik akımını ortaya seren gerçek diyaloglara şahit olursunuz. Filmi izlemek isteyenler Mubi’den izleyebilirler.
Bu basit ama derdi derin filmi izledikten sonra Kolombiya’ya gitmek konusunda içimde büyük bir arzu oluşmuştu fakat mesafeler hatırı sayılacak derecede uzaktı. Pandemi yasaklarının henüz daha tam bitmediği 2022 Şubat’ında pandemi başlamadan hemen önce ailemle aldığımız Bangkok biletlerini, Bogota destinasyonu ile değiştirmek hayatımızda verdiğimiz en iyi kararlardan biri oldu. Seyahate çıkmadan önce hala Budapeşte’de yaşadığını düşündüğüm Aseneth’e Facebook’tan bir mesaj atıp Bogota hakkında biraz tavsiye almak istedim. Uzun yıllardır görüşme fırsatı bulamadığım ve çocuksuz bir çift olarak kalacaklarını düşündüğüm Patrick ve Aseneth meğerse Bogota’ya geri dönmüşlerdi. Görüşmeyeli sadece lokasyonları değil hayatları da değişmişti. Aseneth, küçük yaştaki öz yeğenlerinden birini evlat edinmiş, evde Patrick ve Aseneth dışında evin kızı Melania Sophia, abisi Alejandro ve ismi Japonca kendisi Çinli chow chow cinsi köpekleri Kuma ile beraber yaşıyorlardı. Her ne kadar küçük çocuklu (4.5 yaş) bir aile olarak, onlara rahatsızlık vermek istemediğimizi belirtsek de Aseneth’in ısrarlarıyla yaklaşık 3 ay sürecek Güney Amerika seyahatine bu misafirperver yönetmen çiftin evinde başlamak bizim için büyük bir avantaj oldu.
Misafirliğimiz sırasında Aseneth’in Clara isminde yeni bir belgesel filmi tamamladığını ve galasına hazırlandığını öğrendik. Kıtadaki seyahatimizi detaylı bir şekilde planlamamıştık. Sadece Arjantin’in Mendoza’sından yakın arkadaşım Miguel Angel Carminati’ye uğrayıp sonra Buenos Aires’ten İstanbul’a döneceğimiz biliyorduk. Bogota’dan ilk 5 günlük misafirliğimizi boyunca Kolombiya ve Kolombiyalılar bizi deyim yerindeyse büyüledi. Meğerse edebiyat ve sanat akımı olan büyülü gerçekçiliğin ana vatanı Kolombiya gerçekten sihirli bir ülkeymiş. 20 yıldır yurtdışına çıkan biri olarak Güney Afrika’dan Tayland’a, Lübnan’dan Hollanda’ya kadar bir sürü ülkeye gitmiş ama şimdiye kadar gittiğim yerlerin hiçbirinden Kolombiya kadar etkilenmemiştim. Kolombiya 1950’li yılların sonundan 2010’lu yılların başına kadar o kadar tehlikeli bir ülkeymiş ki diğer Latin Amerikalıların bile gelmeye çekindiği bir ülkeymiş.

Clara’nın Bogota’daki galası yaklaşık bir ay vardı. Bogota’dan ayrılıp Cali’ye geçtik. Arkadaşımızın arkadaşı, kaldığımız hostelin sahibi Tonyo abi 60 yaşlarına merdiven dayamış, uzun beyaz saçlı, bazı günler bisikletine atlayıp uzun süre pedal çevirebilen fit bir Kolombiyalı’ydı. Oğlu Martin, oğlunun sevgili Manuela ile hostelin hemen arkasındaki evlerinde, maddi olarak biraz fakir ama hayat keyfi olarak gayet zengin bir hayat yaşıyorlardı. Daha çok Netflix’te yayınlanan Narcos dizisinden tanıdığımız Cali’de ömür çoğunlukla açık havada, dışarda geçiyordu. Hayatın canlılığı ve tropikalliği, biz eski dünyalıların bildiği tarzda değildi. Cali, dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biriydi belki ama aynı zamanda insanları oldukça kalender ve neşeliydiler. Cali’den Karayipler kıyısındaki Santa Marta’nın Taganga kasabasına geçtik. Burası otuz yıl önce sessiz ve sakin bir balıkçı kasabasıymış ama daha sonra sınırsız eğlence arayan Avrupalıların-Amerikalıların doluştuğu bir hippi cehennemi dönüşmüş. O kadar uzaklardan gelince bu bozulmuşluk bizi çok rahatsız etmedi. Başı boş köpeklerin yer yer boklarıyla süslediği güzel plaja girerken yanınıza gelen Santa Marta’lı torbacılar, Kolombiyalı misafirperverliğiyle size ülkenin yerli ve milli ürünleri olan kokain ve esrarın yanı sıra ithal ürünler olan LSD, MDMA ve benzerlerini kibarca satmaya çalışıyorlardı. Beş günlük bir okyanus tatilinden sonra dağa doğru tırmandık. Santa Marta sınırları içindeki Sierra Nevada dağının eteklerinin biraz üstündeki Minca’da kaldığımız orman içi Glamping’deki konaklama da bizi gayet memnun etti. Glamping’in sahiplerinden biri olan İngiliz Edward, bizi havaalanına bırakırken, dağlardaki gerillalardan, sokakta daima şekerli bir şekilde satılan ucuz Kolombiya kahvesine, Kolombiya’da bir yabancı olmanın zorluklarından, pandeminin ülke üstünde yarattığı sosyo-ekonomik tahribata kadar bir çok farklı konuyu konuştuk. Santa Marta’dan sonra belki de kokain ve Pablo Escobar yüzünden dünyanın en tanımış şehirlerden biri olan Medellin’e vardık. İstanbul’daki hispanik çevrem sayesinde tanıştığım arkadaşım, 13 senen İstanbul’da yaşadığından ötürü akıcı ve iyi bir Türkçe konuşan, gerçek bir paisa olan Marcos Osorio’nun mihmandarlığında Medellin’i gezmek bu tek dilli ülkede herkese nasip olmaz. Bu gayet bilgilendirici Kolombiya turundan sonra Aseneth’in yeni filmi Clara’nın Cinemateca Bogota’daki galasına katılıp Peru Amazonların’da yaşayan arkadaşlarımızın yanına gitmeye karar verdik.

Clara’nın gala günü Alexander ve Ruiz aileleri, Cinemateca’nın antresindeki yerlerini almıştı. Gala için Amerika’dan gelen Patrick’in annesi babası, Aseneth’in ailesi, eş-dost-arkadaş ve festival izleyicileri beraber hatırı sayılır bir kalabalık toplanmıştı. Orta seviye İspanyolcam ile İngilizce altyazısız bir şekilde izlediğim Clara’nın konusu Aseneth’in annesi hakkında olduğu için Parador Hungaro’dan daha kişiseldi. Belgeselciler bilirler. Duygusal olarak ilişki kurmadığınız konular ya da kişiler hakkında yaptığınız belgesel filmler, eğer konuya tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşılmışsa bir haber filmini, aktüel bir görüntüler bütünü andırır ama eğer duygusal olarak bağlı olduğunuz bir kişi ya da konu hakkında film yapıyorsanız ve bu kişi gerçekten yakınınızsa bu artık sadece bir film değil aynı zamanda filmi yapan kişinin karakterinin ve ruhunun derinliklerine yapılan bir iç yolculuktur. Aseneth’in, bekar bir anne olarak 8 çocuğunu sokakta sigara satarak büyütebilmiş annesi Clara’nın ve kendisinin annelik yolculuğunu gözler önüne serdiği sade ama yoğun filmi hakkında bir şeyler karalamak için bir seneden uzun süre bekledim. Filmin bazı az bilinen festivallerde takdir toplamasına okyanus ötesinden baktım. Clara’yı izlemeden önce Kolombiya sinemasının belli başlı filmlerini izlemeye başlamıştım. Ortalama bir Kolombiyalının keder ve talihsizlikle dolu hayatını, uzun soluklu gözlemlerle anlatan Miguel Salazar’ın Ciro y yo filmini, Kolombiya’nın en sükseli yönetmenlerinden Ciro Guerra’nın Kolombiya’da çektiği tüm filmleri ve tabi ki ülke sinemasının en sevilen filmlerinden La Estrategia del Caracol’u (türkçesiyle Salyongoz Stratejisi) hatmettim.
Hem izlediğim bu belli başlı Kolombiya sineması filmleri hem de Clara, bana ‘el realismo magico’ yani büyülü gerçekçilik akımının sadece edebiyatta sınırlı kalmadığını filmlere hatta hayatın kendisine sirayet ettiğini anladım. Türkiye’de ve çoğunlukla orta doğu ülkelerindeki insanların ‘coğrafya kaderdir’ tanımlaması Kolombiya içinde geçerliydi. İklimin bulunduğun rakıma göre değiştiği bu tropikal ülkenin kaderi de tıpkı bizimkisi gibi bol kederliydi. Hatta daha da kederli daha da vahşi denilebilirdi. FARC, ELN, Paramiliterler ve Kolombiya Devleti kolluk kuvvetlerini bir yana bırakırsak %13’ü amazon, neredeyse yarısından çoğu farklı tropikal ormanlarla kaplı Kolombiya’da her şey benzersiz bir renkliliğe ve canlılığa sahipti. Bu ülke, sokakta gezerken elma gibi ısıra ısıra avokado yiyen, Chontadura adını verdikleri üstüne bal dökülerek yenilen ve afrodizyak etkilere sahip olduğu söylenen tropikal meyveyi minik çatallarla ağzına atan, libidosu yüksek, seksi ve güzel insanların ülkesiydi ama aynı zamanda elleri çok hızlı silaha giden, hemen hemen her aileden birinin bir gasp ya da soygun sırasında öldüğü/öldürüldüğü bir yerdi Kolombiya. Aynı Aseneth’in büyük kardeşlerinden Adolfo’nun 20’li yaşının soyguna uğrayıp hayatını kaybetmesi gibi…
Clara, çoğu Kolombiyalı anne gibi bekar bir anne olarak hayatını güçlükler içinde geçirmiş ama çocuklarının büyük bir kısmının hayatta bir yer sahibi olmalarını sağlamıştı. Mücadeleci kişiliğini hem geçirebildiği kadar çocuklarına geçirmiş hem de yaşlanmasına rağmen kendi içinde bu ruhu koruyabilmişti. Clara Inez Ruiz, bu kaderi paylaşan tek Kolombiyalı kadın değildi. Yüzbinlerce kadın aynı zorluklar içinde yaşamış ve aynı yalnızlık içinde çocuklarını büyütebilmişlerdi. Kadınların mücadelesi Kolombiya’nın bel kemiğiydi.
Bu yazı vesilesiyle Ase ve Patrick’e bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Filmleriniz çok güzel ama ülkeniz daha da güzel. Viva Colombia!
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.