Bu sene Oscar ödülleri kısa listeleri açıklanırken, herkesin farklı adayları vardı. Belli eleştirmen ödüllerine bakıldığında az çok adaylar tahmin edilebiliyordu. Ancak ilginç bir çıkış yaparak Philomena filminin en iyi filme aday olacağı pek düşünülmemişti. Bunun nedenlerinden biri belki de geç başlanan reklam kampanyasından kaynaklanıyordu. Ancak zamanla film bir çığ gibi büyüyerek çeşitli adaylıklarla dikkat çekmeye başladı.
Filmin belki de ne büyük kozu gerçek bir hikayeden uyarlanan ve neredeyse kusursuz bir şekilde uyarlanan senaryosu oldu. Öyle ki, filmin kaynak aldığı kitaba baktığınızda senaryonun neredeyse birebir sadık bir uyarlama olduğunu fark ediyorsunuz. Kitapta ne varsa, filmde de var.
Çok uzatmadan hikayemizi de biraz özetleyelim. Ana karakterimiz Philomena (Judi Dench), genç bir kızken, bir manastırda yaşamaktadır. Ancak gençliğin de verdiği heyecanla genç bir adamla birlikte olur. Bu olayın sonucunda hamile kalmasıyla kilise bunu günah ilan eder ve kendi yargılarına göre çocuk belli bir yaşa geldiğinde evlatlık olarak verilir. Bu yaşanan dramdan 50 yıl sonra Philomena içindeki boşluğun açtığı derin yara yüzünden oğlunu bulmak ister. Bunun neticesinde daha çok politik işlerle adından söz ettiren gazeteci Martin Sixsmith’ten (Steve Coogan) yardım ister. Bir hikaye arayışındaki ikili Philomena’nın oğlu Antony’i aramaya başlarlar.
Öncelikle filmin son derece sade bir üslupla ilerlediğini söyleyebilirim. Nostaljik tatlar içeren 8 mm’lik kamera görüntüleri dışında sadece olayın patlak verdiği manastır hayatına geri dönüşle hikaye anlatımı zenginleştirilmeye çalışılmış. Bunun dışında bir otobüsün güzergahı kadar düz bir şekilde ilerliyor film. Ne ters köşeler geliyor, ne akıl oyunları… Bir belgesel edasıyla bilgiye ulaşılabilecek insanlarla röportajlar yapılıyormuşçasına bir akış var, ikili sorularla insanları yokluyorlar. Sonunda da aslında düz giden hikayede, bir kişinin yalan söyleyip kurgunun seyrini bozduğunu fark edilince film nihayete eriyor.
Aslına bakarsanız hikayeden çok film Judi Dench’in karakteri Philomena’nın üzerine düşmeyi tercih ediyor. Film maalesef burada kendini tuzağa düşürüyor. Çünkü odaklanılan karakterin oğlunu kaybetmesine ilaveten biraz duygusal olması dışında hiçbir özelliği yok. Sokakta görebileceğiniz düz insanlardan biri kendisi… Çenesi düşük ihtiyarlar olur ya, işte Philomena ile tanıştınız. Bu noktada Judi Dench’in hakkını yememek lazım. Yine bir karakteri öylesine gerçek kılıyor ki, onun duygularını yaşamaya duyarsız kalamıyorsunuz. Tabii bu tip performansların benzerlerini Dench, hemen hemen her filmde seyircilere gösteriyor. Bu açıdan ödüllere aday olması biraz ona duyulan hayranlıktan kaynaklanıyor. Emma Thompson’ın Akademi ödüllerinde es geçilerek, Judi Dench’in adaylık almasını sadece buna bağlayabiliriz. Judi Dench’se koy sepete…
Filmin kendi içinde farklı çatışmaları var. Özellikle inanç kavramına olan belirgin eleştiriler ve bunun neticesinde “günah” kavramının irdelenmesine neden oluyor. Bilhassa kilise tarafından günah ve cezalandırmanın kesin çizgilerle çekilmesi sonucunda, insani değerlerin hiçe sayılması, filmin dramatik çatısını oluştururken; Tanrı inancını sorgulayan Philomena ve bu tip dini olayları saçma bulan ateist gazeteci Martin’in arasında çatışmalar, iki insanın yumuşak kalpli insanlar olmasıyla dengede duruyor. Belki de film seyircisine inanan insan ve inançsız insan arasındaki dengenin tek koşunun hoşgörü olduğunu söylemeye çalışıyor.
Filmin diğer dokunmak istediği nokta ise kökenler aslında. Judi Dench çocuğunu uzun zaman görmese de, İrlanda kökenine olan bağlılığına inanmak istiyor. Küçüklükten kalma annesiyle olan anılarının, büyüdüğünde de belleğinde yer alacağını, bunun neticesinde doğduğu bu topraklarını unutmayacağını düşünüyor. Kendi içinde filmimiz bir anlamda doğulan topraklar mı, yoksa büyüdüğümüz topraklar mı insanın hayatına daha çok işler, bilinçaltında yer alır konusuna ister istemez giriyor.
Yönetmen Stephen Fears, diğer işlerine göre ton olarak daha yumuşak bir hikayeyle bizlerin karşısına çıkıyor. “Philomena”, iyi ama sade oyunculukları, şaşırtıcılıktan uzak senaryosuyla olay ya da durum filminden öte, belli kavramlar üzerine duygusal bağları sorgulayan bir film… Hikayeyi tamamlayan Alexander Desplat imzalı müzikleri ödül listelerinde favori olacak kadar iyi, Judi Dench ve Steve Coogan sade ama tatmin ediciler… Ne desek boş, bu hafif film zamanla yok olacak sıradan filmlerden öteye gidemiyor. Ama yine de zamanı yakalamak isteyenler ve azıcık da olsa duygusallığı hissetmek için bu filmi izleyebilirler. Sonuç olarak bu filmi bir anneye benzetebiliriz. Çocuklarımıza hep iyi şeyler vermek isteriz ama onların verdiğimiz şeyleri alıp almadıklarını anlayamayız. Onlar için yapılan her tür şey iyi olsa bile, bütüne baktığımızda eksikliğini hissettiğimiz çok şey olabilir.
Bir yanıt yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.